Yazdıklarım benim kitaptan anladıklarımdır, elbette yanılma ihtimalim vardır, en doğrusunu Allah bilir. Yanıldığım konularda bana ve hepimize doğruyu göstermesini ümit ediyorum.
Mefhum haline getiremediğimiz kavramlardan birisi de şirk kavramıdır. (Mefhum kavramından şu yazıda bahsetmiştim.)
Anlamı, ortak olmak veya ortaklıktır. Dilimize “Müşterek” olarak geçen ortaklaşa kavramı da şirkten türemiştir. İstilahta Allah’a türlü ortaklar atfetmek demektir.
Şerik: Her bir ortak veya ortaklığın tarafları demektir.
Müşrik: Birinciye, ikinci veya üçüncü veya dördüncü….. ortaklar olduğunu iddia eden kişi anlamındadır. İstilahta “Şirk koşan” olarak nitelendirilmiştir.
Kuran’da, Allah’ın affetmeyeceği tek günah olarak görülen bu eylem, Allah’ı yaratıcı veya tanrı olarak kabul edenlere has bir günahtır.
Ortak koşma eylemi olabilmesi için mantıken ortak koşulan bir varlığa inanmak gerekir. Aynı zamanda ortak ilan edilen varlığa da ortak koşulan varlığa verilen değere yakın bir değer verilmelidir. Değer verilmeyen bir şey değer verilen bir şeye eş tutulamaz.
Bu değer bir temel üzerine bina edilir. Bu temel; aslında olmadığı halde bazı vehimlerle kutsiyet atfedilen veya gücü, iktidarı elinde bulunduran/bulundurduğuna inanılan varlıklardır ki bu varlıklar çoğunlukla başka insanlar olmaktadır. İstisnai olarak bazı nesneler üzerinden de bu kutsiyet atfedilebilmektedir (Putlar gibi). Nesnelerin putlaştırılması ise sembolize ettikleri varlık veya kavramlara göre değişmektedir. Cinleri, melekleri, şeytanları, doğa varlıklarını, duygusal kavramları, aslında olmayan hayali varlıkları sembolize eden sayısız nesne, hem tarihi süreç içerisinde hem günümüzde putlaştırılmıştır.
Yaratıcı bir varlığa veya üstün bir güce inanç, insanın doğası yani fıtratı gereğidir. Her fıtri özellik gibi bu özelliğimiz de içmizde bir duygu olarak oluşur ama tatmini, bilgiye veya görgüye dayalıdır. Yanlış bilgi veya görgü, insanı yanlış varlıklara yöneltir ve şirk değil tapınma söz konusu olur ama konumuz tapınma değil.
Bilgi veya görgü doğru alınmış ama üzerine manipülatif başka bilgiler, duygular veya görgüler eklenmişse ortaya şirk kavramı çıkar. Fıtratımızın yönlendirmesi sonucu bir yaratıcının varlığına ulaşır ve gözlemlerle bu yaratıcının bazı vasıflarına ulaşırız, bu aşamada çevremizin inanışlarıyla birlikte bilgi ve görgü ediniriz, edindiğimiz bilgi ve görgüyü belli bir akıl yürütmeye, derin düşünmeye tabi tutarak gerçek Allah olgusuna ulaşır veya akıl yürütmeye tabi tutmadan doğrudan bu bilgi ve görgülere göre üstünkörü bir Allah olgusuna ulaşarak bir şekilde iman oluştururuz.
İnsanlığın çoğu bir akıl yürütmeye gerek duymadan fıtratını tatmin ettiği için kısıtlı bilgi ve çevresel etkilerle bir Allah inancı oluşturur ama bu inanç vasıfsız bir inançtır. İnancı vasıflı hale getirmek ise bilgiye ulaşmak ve gelen bilgiyi akıl yoluyla süzerek belli temellere oturtmak, mantıklı hale getirmek ve çelişkilerden arındırmak şeklinde olur. Bu süreç; kişinin karateristik özelliklerine, çevresel etkilere, edinilen bilgilerin niteliğine göre bazen duru bir şekilde ve çok hızlı geçirilebildiği gibi, derin buhranlar ve gel-gitler eşliğinde uzun bir zaman da alabilir.
Şirk, bu aşamalardan sonra devreye giren sinsi bir inançtır. İnanç diyorum çünkü; yukarıda bahsettiğim gibi, şirkin içerisinde şerik/şerikler yani ortak koşulan ve bu şerike/şeriklere verilen değer bulunmaktadır. İnanç ise değerler bütünüdür, otomatikman bu bütünün içerisinde bulunan temel varlıklar da inancın temel birer parçası olur.
Sinsi olmasının nedeni ise insana zayıf olduğu anda bulaşmasıdır. Fıtratının gereği olarak üstün bir güç arayan ve bu gücü bulan kişi artık rahatlamıştır çünkü fıtratındaki bir sorunu çözmüş, bir eksikliği gidermiştir. Bu süreci buhranlarla sonuca ulaştıran kişilerin inancı, hızlı ve sorgulamadan ulaşan kişilere göre daha güçlüdür, zira; sorgulayarak, aklederek, düşünerek ulaşılan bir inanç çimentosu, kireci, kumu orantılı şekilde karılmış bir harca benzer, harç sağlamdır. Sağlam harç ile yamuk bir bina yapmak ayrı bir iman sorunudur ama bu yazının konusu itikat sorunları olmadığı için sadece bu tespitle yetiniyorum.
Gelelim hızlı ve sorgulamadan ulaşılan Allah inancına. Bu tür bir inanç ise çimentosu eksik, deniz kumundan yapılmış kireçsiz harca benzer, dayanıksız ve güvenilmezdir. Doğal olarak bahsi geçen rahatlama ve gevşeklik, manipülasyonlara açık insan zihninin de etkisiyle inancı şirke açık hale getirir. Çimentosu sağlam olanın manipülasyonlara direnme gücü yüksektir ama çimentosu zayıf olan çabucak teslim olur şirke, öyleki çoğu zaman teslim olduğunun farkında bile olmaz çünkü kendinden emindir ve inancı sorgulama ihtiyacı duymamaktadır.
Yazının başında şirkin, Allah inancı olanlara has bir günah olduğunu söylemiştim. Bu gerçeği Allah kitabında şöyle dile getirmektedir.
"Hiç şüphesiz Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanları ise dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, elbette o çok uzak bir dalalete (derin bir sapıklığa) düşmüş olur." - Nisâ(4)-116
Benzer mealde Nisa Suresi 48. ayete de bakabilirsiniz.
Yukarıdaki ayetten anlaşılacağı üzere, bağışlayan için, bağışlayana iman eden biri olmalıdır. Bağışlayan Allah olduğuna göre bağışlayana iman eden kişi aynı zamanda bağışlanmayacak suçun da sahibidir.
Şu ayetlerde bu gerçek daha net ifade edilmiştir.
“Allah ile beraber, kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki "Siz Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği (bildirmediği) bir şey mi haber veriyorsunuz? O (sübhandır) sizin şirk katmakta olduklarınızdan münezzehtir ve çok yücedir." - Yunus(10)-18
“Onların çoğu şirk koşmadan Allah'a iman etmezler (imanlarına illa ki şirk karıştırırlar).” – Yusuf(12)- 106
“İyi bil ki halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler "Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz" (derler). Elbetteki Allah onların ihtilaf ettikleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah, yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete (doğru yola) eriştirmez.” -
Zümer(39)-3
Hal böyle iken ve bu hali Allah bize bu şekilde anlatmışken hangi Müslümana sorarsanız sorun kendini “Müşrik” olarak görmez, göremez. Müşrikleri kafir sandığı için bunu kendi inancınına yakıştıramaz, hakaret kabul eder. Allah şirki bağışlanmayacak günah değil de küçük bir günah olarak niteleseydi bir çok Müslüman, kendisine anlatıldığında günahını kabullenebilirdi. İşte bu çelişkinin tek nedeni Allah inancının üstünkörü olması ve şirk kavramının kişide mefhum haline gelmemiş olmasıdır.
“Andolsun ki onlara, “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan, mutlaka “Allah…” derler. De ki: (Öyleyse) övgü de yalnız Allah’a mahsustur, ama onların çoğu bilmezler.’’ – Lokman(31)-25
‘’ De ki: ‘Göklerden ve yerden sizlere rızık veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip çeviren kimdir? Onlar: ‘Allah’ diyeceklerdir. Öyleyse de ki: Peki siz yine de korkup sakınmayacak mısınız?’’ – Yunus(10)-31
"Onlara şöyle de: “Biliyorsanız söyleyin, yeryüzü ve onda olan her şey kimindir?”
“Allah’ındır!” diyeceklerdir. De ki “Bu bilgiyi kullanmayacak mısınız?”
Onlara bir de “Yedi kat göğün ve Yüce Arş’ın sahibi kimdir?” diye sor,
“Onlar da Allah’ındır!” diyeceklerdir. De ki “O’na yanlış yapmaktan sakınmaz mısınız?”
De ki “Biliyorsanız söyleyin, her şeyin yönetimi elinde olan, koruyan ama O’na karşı kimsenin korunamayacağı zat kimdir?”
“O yetki de Allah’ındır!” diyeceklerdir. De ki “Nasıl oyuna getiriliyorsunuz?”
Müminun(23)-84/89
"Bunlara, “Gökleri ve yeri yaratan, Güneş’i ve Ay’ı hizmete sokan kimdir?” diye sorsan kesinlikle “Allah’tır” derler..." - Ankebut(29)-61
"Onlara; “Gökten su indirip ölü toprağı canlandıran kimdir?” diye sorsan “Allah’tır” derler..." - Ankebut(29)-63
Bugün insanların çoğu Allah’ın varlığını, yaratan ve rızık veren olduğunu ve bu gibi vasıflarını kabul etmenin Müslümanlık için yeterli olacağını savunurlar. Halbuki bu ayetler bizlere müşriklerinde nasıl bir Allah inancı olduğunu göstermektedir. Rab’lik noktasında Allah’ın yaratan, öldüren, rızık veren gibi vasıflarını inkar etmemek, sadece bunlara iman etmek o kişilerin Müslüman olabilmeleri için yeterli olmamıştır. Allah’ın Rab’lik konusunda nasıl ki bu vasıflarına iman etmek gerekiyorsa aynı zamanda yarattıklarının kanunlarını belirleyen, tek otorite sahibi olan, yarattıklarına yasaklar ve serbestler belirleyen ve kanunlarına kayıtsız ve şartsız tek itaat edilen gibi Rab’lik vasıflarına da iman etmek gerekmektedir. İşte Mekke müşriklerinin ve günümüz müşriklerinin maalesef içerisine düştüğü en belirgin şirk türlerinden biriside budur.
Şirkin altyapısını ve oluşma sürecini böylece izah ettikten sonra gelelim şirkin mefhum haline gelmesini sağlayacak doğru bilgilerin neler olduğuna.
Bu konuda en doğru kılavuz tabi ki yaradanımız olan yüce Rabbimizdir. Maddeler halinde ve ayetler eşliğinde kısaca değinelim.
1- Emirler ve Yasaklar:
“Onlar, Allah’ın berisinden hahamlarını ve rahiplerini (din adamlarını) ve Meryem oğlu Mesih’i Rabler (din koyucu) edindiler. Oysa onlar tek bir İlah’tan başkasına asla kulluk etmemekle emrolunmuşlardı. Zira Allah dan başka bir ilah yoktur. O, onların koştukları bütün şirk unsurlarından münezzehtir ve yücedir.” - Tevbe(9)-31
Aklı başında hiç kimse, hahamlara ve rahiplere karşı secde edildiğini, Allah yerine bunların konulduğunu yani yaratıcı olarak bunların görüldüğünü söyleyemez. Peki ne yapıyor olabilirler?
Allah’la insanların arasındaki ilişkide emir ve yasaklar vardır, yani yaratıcı kullarından istediği şeyleri bildirir ve kullar ona göre bir hayat yaşar. Şayet Allah birileri için “Rab edinildiler” ifadesini kullanıyorsa, Allah’ın değil o kişilerin sözlerine itaat edildiğini söylemektedir. Öyleyse bu kişiler Allah’ın yasakladığı her hangi bir hükmü serbest, serbest yaptığı her hangi bir hükmü de yasak yapıyorlardı, din adına kişilere itaat, onları Allah’tan başka Rab edinmek manasına gelmektedir. Bu ayet ortadayken ve din adına Allah’tan başka hüküm koymak, konan hükümleri değiştirmek, iptal etmek RABLIK olarak ilan edilmişken, samimi bir Müslüman, her ne şekilde ve her ne bahaneyle olursa olsun aksini iddia edemez.
Ayette dikkat çeken bir detay da İsa’nın hahamlar ve rahipler sınıfında sayılmasıdır. Hristiyanlar İsa’yı Allah’ın oğlu olarak görüp bir nevi Allah’la aynı seviyeye çıkarmışlardı. İşte bu ayet hahamların ve rahiplerin emrinde olanların eylemleriyle İsa’yı tanrı edinmeyi aynı kefeye koyuyor. Ne kadar acı bir gerçek.
Ayet sadece Yahudi ve Hristiyanları ilgilendiriyor diyecek olanlara cevaben derim ki; Bu ayetin o dönemdeki Yahudi ve Hristiyanların olayı üzerine inmesi hükmün sadece onları kapsadığı, diğer insanlarında onların bu amellerini uyguladıklarında, aynı fiilleri işlediklerinde bunu yapan kişileri de kapsamayacağı anlamına gelmez. Allah onların uyguladıkları bir şirk fiili neticesinde, kendisinden başka rab edinerek ona ortak koştuklarını bildirmesi, aynı şirk fiilini onlardan sonraki dönemde yaşayan insanların işlemesi sonucu şirk olmayacağı anlamına gelmez. Şirk amelleri bellidir ve bunu işleyen herkes müşrik olur. Mesela Hristiyanlar; “İsa Allah’ın oğludur” diyorlar. Bu kelimeyi Hristiyan olmayan hatta Müslüman olan bir kişi de söylese dinden çıkar ve müşrik olur. Bu şirktir ama, “Sadece bunu söyleyen Hristiyan olursa dinden çıkar, çünkü ayet Hristiyanların bu amelleri sonucu sadece onlar için indi” demek mantıksızdır. Yani fıtrat yasaları ve hayatın olağan akışı çerçevesinde, sebep hususi olsa da, hüküm umumidir.
Bu minvalde hükmün kaynağını ve hüküm koyanı Allah olarak kabul ettiği halde, kendi nefsani isteklerini yani çekici gelen günahları işlemeye devam etmesini aklamak, egosuna yenik düşmek, şeytanın vesveselerine direnememek, makam-mevki sevdasına kapılmak gibi nedenlerle kendisinin veya başkalarının aklından kaynaklanan hükümlere uyanlar da yukarıdaki ayet kapsamındadır. Günahları günah olarak kabullenip ısrarla işlemeye devam etmek ile uydurma formüller üreterek günah işlemediğini savunmak başka şeylerdir. Birine günahkar diğerine müşrik denir.
Hükmün kaynağı ile ilgili olarak şu yazımda daha detaylı bilgi vermiştim.
2- Allah'tan Başkasına Kulluk:
“De ki "Ey Kitab ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olacak) bir kelimeye gelin. (O da şudur ki) Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiç bir şeyi ortak koşmayalım. Allah'ı bırakıp da kimimiz kimimizi Rabler edinmesin." Eğer yine de yüz çevirirlerse "Şahid olun, biz müslümanlarız" deyin.” –
Âl-i İmrân(3)-64
“Kiminin kimini rab edinmesi” ve “Allah’tan başkasına kulluk” ifadeleri genel anlamda, Allah’tan olması gereken beklentileri başkalarından beklemek, Allah’a has olması gereken sıfatları başkalarına yakıştırmak olarak ifade edilebilir, çünkü; genel bir ifade var ve kıyaslama Allah ile insanlar arasında yapılmaktadır. Teslim olmanın gerekleri, yaratıcıdan beklenenler ve yaratıcının sıfatları olduğuna göre bunları yaratıcıdan başkasına hasretmek O’na ortak koşmaktır.
Peki yalnız Allah’tan beklememiz gereken ama insanlardan veya başka varlıklardan da beklenen ve şirkin alanına giren kavramlar nelerdir?
a- Şefaat: Şefaat müfredatta şef kökünden gelir ve tekliğin zıddına iki şeyin yan yana olması demektir. Birinin işini görmek için onunla birlikte gitme anlamına da gelir.
“Her kim iyiliğe şefaat ederse (destek verirse) ondan ona pay vardır. Kim de kötülüğe şefaat ederse onun da ondan sorumluluğu vardır. Allah her şeyin üzerinde Mukit'tir (ihtiyaçları bilen, gözetip karşılığını verendir).” - Nisa(4)-85
Şefaat, İslami literatürde saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması anlamında kullanılır.
“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin yerine ceza çekmez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden fidye alınmaz ve kimseye yardım edilmez.” – Bakara(2)-48
Günahlarından vaz geçemeyenler veya günahının çok olduğunu bilenler, korkularından dolayı Allah’ın yanında kendilerine yardımcı olacak güçlü birini ararlar. Duygularını akıllarının önüne geçiren insanlar, kendilerine şefaat edeceğini düşündükleri gerçek veya hayali kişilere kulluk ederler. Çünkü Allah’a ait bazı özelliklerin onlarda da var olduğuna kendilerini inandırmış olurlar. Halbuki Allah şöyle buyuruyor:
“Allah ile beraber, kendilerine zarar vermeyecek, yararları da dokunmayacak şeylere kulluk ederler ve "Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir" derler. De ki "Siz Allah'a, göklerde ve yerde bilmediği (bildirmediği) bir şey mi haber veriyorsunuz? O (sübhandır) sizin şirk katmakta olduklarınızdan münezzehtir ve çok yücedir." - Yunus(10)-18
“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla uyar. Onların O'ndan başka ne veli'leri vardır, ne de şefaatçileri. (Bunu anlayıp-iman edenler) böylece korkup-sakınırlar.” - En'âm(6)-51
“Yoksa (onlar) Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki "Ya onlar (şefaatten) hiçbir şeye malik değillerse ve akıl erdiremiyorlarsa?" – Zümer(39)-43
“De ki "Şefaatin hepsi Allah'a aittir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra da O'na döndürüleceksiniz." – Zümer(39)-44
“Allah gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı sonra da arşa istiva etti. Sizin O'nun dışında bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” – Secde(32)-4
“Onları yaklaşmakta olan günle uyarıp-korkut. O (gün geldiği) zaman kahırla yutkunurlarken yürekler gırtlaklara dayanmıştır. (Artık) zalimler için ne yakın bir dost, ne de sözü dinlenecek bir şefaatçi vardır.” - Mü'min(40)-18
Kuran'da şefaatten söz eden ayetlere baktığımızda müminler bağlamında değil, hepsinin kitap ehli ve müşrikler bağlamda geçtiğini görüyoruz. Bunlardan biri, kendilerini Allah'ın oğulları ve sevgilileri gören, ne kadar kötü olursa olsunlar ateşin kendilerine ancak birkaç gün dokunacağını iddia eden, Allah'tan söz almış gibi onun yanında kendilerini torpilli ve ayrıcalıklı gören İsrailoğulları ve Yahudilerdir. Ayrıca İsa'nın çarmıh üzerinde canını feda etmesiyle doğuştan günahtan kurtuldukları gibi, onun ve Papa'dan diğer papazlara kadar din adamlarının şefaatiyle her kötülükten kurtulacaklarına inanan Hristiyanlardır.
Konuyla ilgili diğer ayetler ise değişik varlıkların sembolleri olan putları kendileri ile Allah arasında aracılar/şefaatçiler kabul eden Arap müşriklerinin inanç ve tutumları bağlamında geçmektedir. Kur'an'da şefaatten söz eden bütün ayetlerde ve ayet kümelerinde müfsid ve müşriklerin konu edildiğini görmekteyiz. Onların yanlış ahiret anlayışlarının konu edildiği yerlerde şefaat konusu üzerinde durulur ve farklı üsluplarla kınanır. Kur'an'ın müminlere hitap ettiği ve muhkem ayetler çerçevesinde haber verdiği ahiret hayatında ise şefaat konusu yer almamaktadır.
Kuran'da, Allah'ın isim belirterek herhangi bir kişiye veya sınıfa şefaat izni verdiğini açıklayan hiçbir ayet yoktur. "Rahman'ın katında bir ahd/söz almış olandan başkası asla şefaatte bulunamayacaktır." – Meryem(19)-87 gibi ayetler söz konusudur. Ama Allah'ın şu veya bu kişiye şefaat edilmesini istediği, şefaat etmesi umulan kişilere de şefaat izni verdiğini söyleyen bir ayet de mevcut değildir.
Şefaattan söz eden ayetler, gerek şefaat bekleyen kitap ehlinin, gerekse Arap müşriklerinin kutsallaştırdığı kişiler, melekler, cinler ve tanrı dedikleri varlıklardan şefaat beklentilerinin boşuna olduğunu söyleyerek "İzni olmadan" ifadesiyle "Allah nezdinde şefaat edecek kimmiş?" vurgusuna dikkatleri yöneltmekte ve böyle bir işi kimsenin iddia etmeye hakkının olmadığını, kim iddia ederse etsin iddiasının geçersiz olduğunu belirtmektedir.
Bu konuyu daha da detaylandırmam mümkün ama yazının fazla uzamaması için bu kadarıyla yetiniyorum, dileyenler için altı çizili bölümü daha ayrıntılı açıklayan bir yazı gönderebilirim.
Bu kısmı özetlersek:
Şefaat, Kuran'ın kavramlaştırdığı ve olacağını belirttiği bir kavram değil, indiği zaman Allah'a ortaklar koşan Arap toplumunda mevcut olan bir inançtı. Cahiliyye Arap toplumunun tanrılaştırdıkları nesneler ve onlara benzeyen kitap ehlinin şefaat bekledikleri kişilerle ilgili anlayışını seslendirmektedir, Kur'an, şirkin ürünü olan bu inancı kaldırmıştır.
Allah, şefaatin, yani mülkü üzerinde tasarruf yetkisinin sadece kendisinin olduğunu, bunun dışında hiçbir şefaatin ve şefaatçinin olamayacağını belirterek şefaat beklentilerinin boşuna olduğunu söyler. Kur'an'ın bu açık ve kesin öğretilerine aykırı olan bütün rivayetler, bilgi ve yorumlar geçersizdir.
İslam'ın öğrettiği şekilde inanan ve yaşayan müminlerin, bütün insanların toplandığı mahşer gününde olsun, ondan sonra olsun, korkması ve üzülmesi söz konusu olmayacağından şefaat derdine düşmeleri de sözkonusu değildir. O gün korkanlar, üzülenler ve kendilerini kurtaracak bir şefaatçi derdine düşenler, Allah'ın korkmayacağını ve üzülmeyeceğini söylediği veli/mümin kulları değildir. Mümin ve muttaki, yani Allah'ın veli kulları olmayan kişilere birilerinin şefaat etmesi de sözkonusu değildir.
Allah, cehaletle günah işleyip ardından tevbe edenlerin tevbelerini kabul edeceğini, inancında samimi ve dininde ciddi olan kişilerin cehaletle işlediği günahlar ne kadar olursa olsun, tevbe ederlerse hepsini bağışlayacağını söyler.
''Onlar kötü bir şey yaptıklarında veya kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah'tan başka bağışlayan kim vardır? Onlar, yaptıklarında bile bile direnmezler. Onların hareketlerinin karşılığı Rab'lerinden bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde temelli kalacakları cennetlerdir. İyi davrananların ecri ne güzeldir!" - Âl-i İmran(3)-135/136
"Allah kötülüğü bilmeyerek yapıp da hemen tevbe edenlerin tevbesini kabul etmeyi üzerine almıştır. Allah işte onların tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hâkim olandır." Nisa(4)-17
Sonuç olarak, hangi nebinin döneminde olursa olsun, inancında samimi olan, kötülük işlemeye devam ederek dinlerini oyun ve eğlence yapmadan tevbe ederek ölen Müslümanlar için, o gün hiçbir korku ve hüzün olmayacağı gibi, ateşe giriş de olmayacaktır. Onlar için ateşe giriş olmadığına göre, şefaatle veya başka şekilde ateşten çıkış da olmayacaktır. Ama birileri, Kur'an'ın bu kadar açık ve kesin öğretilerine rağmen, ille de ateşe girmek ve şefaatle oradan çıkmak için çırpınıyorsa ona da bir diyeceğim yoktur.
Bir de Allah’ın izin vereceği kişilerin şefaat etmesine değinerek bu bölümü kapatayım.
"Allah, ondan başka tanrı olmayan, kendisini uyuklama ve uyku tutmayan, diri, her an yaratıklarını gözetip durandır. Göklerde olan ve yerde olan ancak O'nundur, Onun izni olmadan katında kim şefaat edecekmiş? Onların işlediklerini ve işleyeceklerini bilir, dilediğinden başka ilminden hiçbir şeyi kavrayamazlar. Hükümranlığı gökleri ve yeri kaplamıştır, ikisini gözetmek O'na ağır gelmez. O yücedir, büyüktür." – Bakara(2)-255
ayrıca bkz. Yunus 10/3 /. Meryem 19/85-87 / Taha 20/109-110 / Enbiya 21/26-28 / Sebe 34/22-23 / Zuhruf 43/86 /. Necm 53/24-28
Bu ayetlerde Allah, ancak kendisinden izin alan ve söz verdiği kişilerin, kendilerinden razı olduğu kişilere şefaat edeceğini belirtmektedir. Oysa ne müşriklerin şefaat beklediği varlıklar, ne de müşrikler bu konuma sahiptir. Çünkü Allah ne müşriklerden razıdır, ne şefaat bekledikleri varlıklara bunun için söz vermiştir ne de onlara böyle bir izin vermiştir. Şefaati şartlara bağlayan ayetlerde verilen mesaj budur.
"Allah'ın razı olduğu ve izin verdiği" ifadelerinden hareketle onun razı olduğu ve izin verdiği kişilerin şefaat edeceği anlamını çıkaranlar ve özellikle de bazı hadis rivayetlerindeki gibi Muhammed dışında sözde mazeretler ileri süren nebilerin şefaat edemeyeceğini söyleyenler, acaba Allah'ın bu nebilerden razı olmadığı için mi onlara şefaat izni vermediğini söylemek istemektedirler? Acaba bu nebiler bu âyetlerden bazılarında belirtildiği gibi, hakkı ve doğruyu mu söylememişlerdir? Bu tip Kuran dışı zanni rivayetlerle gayb alanında itikad oluşturmak Hak'tan bir şey ifade etmez. Şefaati Allah'ın razı olacağı ve izin vereceği kişilerin varlığına bağlamak ve âyetleri tersinden yorumlayarak onlardan şefaatçi olacağı anlamını çıkarmak mümkün değildir.
b- Aracılık – Vesile :
Aracılık, şefaat kavramı ile de ilgisi olan ama şefaatten farklı bir kavramdır. Şefaatte bir nevi aracılıktır ama yüklemi ahiretteki bağışlamadır. Aracılık ise ahiret yardımını değil, dünyadaki müşkülleri çözme, duaların kabulü, Allah’a daha yakın olma ve felaket anında yardım isteme eylemlerini kapsar.
Müslümanlardaki yanlış Allah tahayyülü, Allah ile olan ilişkilerde doğruların yerini bazı heyulaların almasına neden olmuştur. Doğru Allah tahayyülü şu temel mefhumları barındırmalıdır.
1- Allah, biz insanları ve bütün kainatı yaratan yegane güçtür
2- Yarattıklarıyla iletişim halindedir, onlara ulaşmaktan aciz değildir
3- Yarattıklarını tabiri caizse kaderine terk etmemiştir
4- Yarattıklarını yaratılanlardan daha iyi tanır
5- Yarattıklarına şah damarlarından daha yakındır
6- Yarattıklarının, sadece söylediklerini ve yaptıklarını değil akıllarından geçenleri bile bilir
7- Yarattıklarına benzemez, yaratılanların dünyasındaki bir çok kavram O’nun için geçersizdir, yaratılanların oluşturduğu kavram ve düzenler O’nu bağlamaz.
8- Allah her şeyi bilir
9- O’nun gücü her şeye yeter
Bütün bu mefhumları içselleştirmiş bir Müslüman, gerek şefaat, gerek hüküm, gerekse de aracılık ve vesile konularında hiç tereddüt etmeden doğruyu onaylayıp yanlışı reddeder.
Bazı müteşabih ayetlerin tevili ile kendilerine deliller uydurup, şirke götüren inançlar konusunda direnen bir kısım Müslümanlar, neye ve ne için direndiklerini bile bilmezler. “Allah bize şah damarımızdan bile yakınken neden ona ulaşmak için birilerini vesile kılmaya çalışalım” dendiğinde, sanki Allah’a değil de bir başbakana ulaşmak istiyorlarmış gibi konuştuklarını görürüz. Allah katında değeri olmayan bahanelere sığındıklarına şahit oluruz.
Oruç ayında eşleriyle ilişkiye girme yasağı konusunda sorun yaşayanları görüp, bu sorunu gidermek ve inananlara kolaylık sağlamak için yasağı kaldıran Allah, diğer inananların sorunlarından, dualarından, kendisine yaklaşma isteklerinden habersizmiş ya da haberi varmış ama umursamıyormuş gibi aracı edinme peşine düşmek ne kadar akılsızca bir harekettir.
Din hakkında biraz bilgisi olanları makam-mevki sahibi gibi görüp onlara kutsiyet atfetmek ve yüceltmek, temelinde dini değerlere saygı gibi iyi niyetli bir yaklaşıma dayansa da şeytanın vesvesesi, bu yaklaşımın yönünü çevirip o kişiyi ilahlaştırmaya kadar vardırmaktadır maalesef.
Birileri kendini Allah ile kulları arasında aracı görebilir, sapıklıkta sınır olmaz ve bu anlaşılır bir şeydir. Asıl sorun bu kişilerin varlığı değil, bu kişilere prim veren ve yaygınlaşmalarını sağlayan, meşruiyet kazanmalarına sebep olan Müslüman toplumlardır.
Mesela, aracılığı kabul etmiş birine gidip, yüzüne karşı “Allah’ın gücü bir çöp yaratmaya bile yetmez” deseniz veya Allah’a hakaret etseniz, anında aşağılanır, ikna etmeye çalışılır, kafir ilan edilir veya dayak yersiniz. Ama aynı kişi “Allah’a bir aracıyla dua edersek ya da Allah dostunu vesile edersek bizi kırmaz” diye pervasızca konuşabilmektedir. Allah tahayyülü tam oturmamış bu gibi kişilere öncelikle doğru Allah düşüncesi aşılanmalıdır. Allah hakkındaki ön yargıları gerçeklerle yer değiştirince otomatik olarak bu gibi çelişkili ifadeler kaybolacaktır.
Allah, kitabında, bu düşünceye sahip insanlara bakın nasıl hitap ediyor;
“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla uyar. Onların O'ndan başka ne veli'leri vardır, ne de şefaatçileri. (Bunu anlayıp-iman edenler) böylece korkup-sakınırlar.” – En’am(6)-51
“İyi bil ki halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır. O'ndan başka veliler edinenler "Biz bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz" (derler). Elbetteki Allah onların ihtilaf ettikleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Muhakkak ki Allah, yalancı ve kafir olan kimseyi hidayete (doğru yola) eriştirmez.” -
Zümer(39)-3
Şeytan ve dostları, Kuran’da geçen veli, evliya, sadık, kamil, salih gibi kavramları çarpıtarak Müslümanların bu kavramlara dayalı algılarını bozmuş ve inananları şirke sürüklemişlerdir. Doğaldır ki bu kavramlara yüklenen manalara temel teşkil eden ana kaynak ise hadislerdir. Kuran’dan kendine yol çıkaramayan her şeytan bu kaynağı kutsar ve Kuran’ın bile önüne geçirir, Kuran’ın açık hükümlerini bu kaynağa kurban eder. Hadislerle ilgili ayrıntılı bir çalışma hazırlıyorum, nasip olursa kısa süre içerisinde yayınlayacağım. O yüzden bu yazıda hadislerden getirilen delillere girmiyorum. Hadislerle ilgiliz yazımda bu konuya da değineceğim inşallah. Şimdilik Rabbimizin şu emriyle yetinelim ki O, diğer kaynakların tümünü, hiç birini ayırmadan “başka velilere uymak” olarak görüyor.
“(Bu) kendisiyle insanları uyarıp korkutman ve mü'minlere de bir zikir (öğüt-hatırlatma) olmak üzere sana indirilen bir Kitab'dır. Artık bu hususta göğsünde bir sıkıntı olmasın.” - A'râf(7)-2
“Rabbinizden size indirilene uyun, Ondan başka velilere uymayın. Ne kadar az öğüt alıyorsunuz?” - A'râf(7)-3
Bu kavramları yerli yerine oturtmak, sorunu çözmede güvenilir bir adımdır. Kavramların kök anlamlarına bakacağız ama Kuran’daki karşılıklarını baz almamız, hata etmemizi engelleyecektir.
Veli, evliya, sadık, sıddık, kamil, salih kavramları sözlükte ve Kuran’da bir çok anlamda, yüzlerce ayette kullanılmıştır, o yüzden bir kavramın doğrularını açıklamaktansa yanlış kullanımlarını ortaya koymak daha kısa ve anlaşılır olacaktır. Sonuca tersten ulaşmaya çalışacağız. Yani örneklerden yola çıkarak Kuran’da kullanılmadığı anlamları bulacağız. O anlamlar şöyle:
Nebi veya elçi olmadığı halde;
§ Özel güçleri (Keramet) olduğu sanılan
§ Yaratıcıyla veya elçileriyle özel bir bağlantı yolu (Vahiy, ilham,birebir görüşme vs.) olduğuna inanılan
§ Dini anlamda bütün ilimlere hakim olduğu düşünülen
§ Kuran’da geçmeyen ve bir çok insanın anlamadığı, bilmediği, duymadığı terimleri kullandkları için özel bir ilme sahip olduğu sanılan
§ Allah ile birlikte kainata çeki-düzen verdiklerine inanılan
§ Gaybi bilgilere erişimi olduğu, bilgisi dışında gelişen olaylara da hakim olduğu düşünülen
§ Allah katında torpilleri olduğu, Allah’a emrivaki bile yapabileceği sanılan
Kişiler anlamıdır. Kuran’da asla bu özelliklere sahip bir Müslüman tanımlanmadığı gibi, yukarıda adı geçen kavramların hiç biri bu tür kişileri işaret etmemektedir.
Bu kavramların işaret ettiği kişiler, şu özellikleri taşıyan kişilerdir;
§ Takva sahibi: Takva kulun, azametinden korkarak ve rahmetini ümit ederek Rabb'ine karşı olan kulluk görevlerini yerine getirmesi, emirlerini tutup yasakladıklarından kaçınması anlamına gelen bir terimdir. Kuran'ı Kerim'de Allah katında insanların en üstünün en çok takva sahibi olanlar olduğu belirtilmiştir. “Ey insanlar. Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi (değişik) milletlere ve kabilelere ayırdık. Hiç şüphesiz Allah katında sizin en kerim (üstün ve değerli) olanınız, takvada en ileride olanınızdır. Elbetteki Allah Alim'dir (her şeyi hakkıyle bilendir), Habir'dir (her şeyden haberdar olandır).” – Hucurat(49)-13
Takva, insanın, özde ve sözde, davranışlarda, sözlerde ve fiillerde her zaman kendini Allah'ın huzurunda bilerek buna göre hareket etmesi, harama düşmek korkusuyla şüpheli şeyleri de terketmesi ve tüm varlığıyla O'na yönelmesiyle zirveyi bulur. Allah, takva sahipleri için dünya hayatında herhangi bir üstünlük vereceğini vaadetmemiştir. Yani hiçbir ayette takva sahiplerinin iki üstteki paragrafta sayılan üstünlüklere sahip olabileceği bildirilmemiştir. Allah’ın bildirmediğini kulların icat ederek birilerine atfetmesi ise zanni olduğu kadar Allah’a iftira boyutuyla da şirke kapı açmaktır. Her mümin için takva sahibi olmak mümkündür, asla belirli kişilere verilmiş ve insan üstü ayrıcalıklar kazandıran özel bir unvan olarak düşünülmemelidir.
§ Salih: Sözlükte “(bir şey) iyi, doğru, yararlı ve uygun olmak; doğruluk, dürüstlük” anlamlarındaki salâh (sulûh) kökünden türeyen salih kelimesi “faydalı, iyi, doğru ve güzel olan, işe yarar, her türlü bozukluk ve yanlışlıktan arınmış; barışçı, uyumlu” gibi mânalara gelmekte olup fasid (bozuk, düzensiz) ve sû’ (kötü, çirkin) kelimelerinin karşıtıdır. Aynı kökten gelen sulh “nefret ve düşmanlığa son verme”, ıslah “düzeltme, daha iyi ve faydalı hale getirme; insanlar arasındaki çatışmayı ortadan kaldırma”, muslih “bozukluğu düzeltip iyileştiren, barıştan yana olan” manalarında kullanılmaktadır.
Kuran’da salih kavramı biri “iyi, hayırlı iş ve davranış”, diğeri “dinî ve ahlâkî bakımdan iyi davranışlara sahip kişi” olmak üzere iki manada kullanılmıştır. İlk manasıyla 93, ikinci mânasıyla 32 yerde geçmektedir. Birçok âyette salih / salihat kelimesinin amelle birlikte ve çoğunlukla iman kavramının hemen arkasından anılması, esas itibariyle fiillerin ahlakî mükemmelliğini ifade etmekle birlikte imanla da yakından ilgili olduğunu göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında da Allah, salihler için dünya hayatında herhangi bir üstünlük vereceğini vaadetmemiştir. Yani hiçbir ayette salihlerin üç üstteki paragrafta sayılan üstünlüklere sahip olabileceği bildirilmemiştir. Allah’ın bildirmediğini kulların icat ederek birilerine atfetmesi ise zanni olduğu kadar Allah’a iftira boyutuyla da şirke kapı açmaktır.
“Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, ma'ruf (iyi) olanı emreder, münker (kötü) olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih olanlardandır.” - Âl-i İmrân(3)-114
§ Sadık: “Sözünü tutan” anlamındadır. Kuran’da 7 ayette geçer. Bu 7 ayetin 3’ünde Allah’ın bir sıfatı olarak (3:152 – 21:9 – 39:74), 4’ünde ise müminlerin sıfatı olarak (33:24 – 33:35 – 49:15 – 59:8) kullanılmıştır. Ayetlerden de görüleceği üzere sadık sıfatı Allah dışında hiçbir varlık için insan üstü özellikler ifade edecek şekilde kullanılmamıştır. İman eden ve Allah’a verdiği sözde sabit kalan herkes sadık sıfatını hakeder.
§ Sıddık: Sözlükte “gerçeği konuşmak, gerçeğe uygun bilgi vermek, dürüst ve güvenilir olmak” anlamlarına gelen sıdk masdarından isim olan sıddîk “son derece doğru sözlü, asla yalan söylemeyen, sözünde duran, gerçek olduğuna inandığı şeyi onaylamakta tereddüt göstermeyen kimse” şeklinde tanımlanmaktadır. Sadık kişileri nitelemek için de kullanılır. Kuran’da 6 ayette geçer. 4 ayette tekil, 2 ayette de çoğuk olarak kullanılmıştır. Tekil olarak İbrahim (19:41), İdris (19:56) ve Yusuf (12:46) nebiler ile Meryem validemiz (5:75) için kullanılmıştır. Çoğul olarak ise aşağıdaki ayetlerde geçer.
“Allah'a ve O'nun Resulüne iman edenler, işte onlar Rableri katında (hakkı doğrulayan-hakka sadık kalan) sıddıklar ve '(hakka tanıklık eden) şahidler (canlarıyla tanıklık eden) şehidlerdir'. Onların ecirleri-mükafatları ve nurları vardır. Küfredip de ayetlerimizi yalanlayanlar ise işte onlar da cehennem ashabıdır-halkıdır.” – Hadid(57)-19
“Kim Allah'a ve Resule itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar (doğrular ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne iyi-ne güzel arkadaştır.” – Nisa(4)-69
Bütün bu ayetlerde görüleceği üzere ahiretteki makamlar hariç, dünyada iken insan üstü özellikler atfedilmiş bir sıddık kavramı Kuran’da asla geçmemektedir. Sıddık ünvanı da yukarıdaki diğer ünvanlar gibi bütün Müslümanlara açık, isteyen her Müslümanın ulaşabileceği bir makamdır ve bu makama ulaşan insan asla insan üstü özellikler kazanmaz, sadece ahirette üstünlüğü söz konusudur.
Bütün bu terimleri bir araya getirdiğimizde karşımıza çıkan ana kavram MÜMİN kavramıdır ki en az 100 ayette geçer ve Allah, yukarıda ayrı ayrı geçen sıfatların tümünü barındıran kullarına mümin demektedir. Yukarıdaki sıfatların yakıştırıldığı sahabeler bile Allah tarafından Müminler olarak nitelendirilmiştir.
“Doğrusu insanların İbrahim'e en yakın olanı ona uyanlar, bu peygamber ve iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velisidir.” - Âl-i İmrân(3)-68
Mümin’i bir binanın çatısı olarak düşünürsek; takvalı, sadık, sıddık ve salih kişiler bu çatının altındaki kolonlardır. Müminlerin dereceleri takvalarına göre olur ve hiç birinin aşağıdaki özellikleri yoktur;
Özel güçler (Keramet)
Yaratıcıyla veya elçileriyle özel bir bağlantı yolu (Vahiy, ilham,birebir görüşme)
Dini anlamda bütün ilimlere hakimiyet
Kuran’da geçmeyen özel bir ilme sahip olan
Allah ile birlikte kainata çeki-düzen veren
Gaybi bilgilere erişimi olan, bilgisi dışında olan olaylara da hakim olan
Allah katında torpilleri olan, Allah’a emrivaki bile yapabilen
“Gerçek müminler ancak o müminlerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir, âyetleri okunduğu zaman imanlarını arttırır. Ve bunlar yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” - Enfal(8)-2
“Onlar ki, namazı gereği gibi kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yoluna harcarlar.” - Enfal(8)-3
“İşte gerçekten mümin olanlar onlardır. Onlara Rablerinin katında dereceler vardır, bağışlanma ve değerli rızık vardır.” - Enfal(8)-4
Ayetler temelinde genişçe açıkladığım bütün bu kavramları, Kuran’daki anlamlarına göre mefhum edinen bir Mümin, asla kişilere kutsiyet atfederek şirk bataklığına düşmez Allah’ın izni ile.
Müslümanların kafasında kurdukları veli-evliya-sadık-sıddık-salih-Allah dostu kavramlarının Hristiyanlıktaki karşılığı Aziz’dir. (Mesela: Aziz Paulus-Saint Paul) Tam olarak tasavvuf anlayışındaki Veli-Evliya kavramı ile aynıdır.
Aziz, nefsini terbiye edip dini hayatta her türlü fedakarlığa katlanan ve çeşitli kerametler gösterdiğine inanılan kimselere kilise tarafından verilen ünvandır. Melekler, elçiler ve havariler de aziz kabul edilmiştir.
Azizlere yapılan tazim, kiliselere resim ve heykellerinin konulması, ayinlerde isimlerinin zikredilmesi, kendilerinden şefaat ve yardım dilenmesi suretiyle gösterilir.
Azizlerin hayat hikayeleri ve bizim evliyaların mucizelerini andıran mucizelerini anlatan örnek tek bir sayfayı inceleyince neyle karşı karşıya olduğunuzu daha iyi anlayacaksınız Allah-u alem.
Bunun gibi Türkçe olsun, farklı dillerde olsun milyonlarca sayfa ve anlatı mevcuttur ki neredeyse tamamı kiliselerin ve papalığın resmi öğretileridir. Azizlik mertebesi hakkında yazdıklarımın tamamını Hristiyan kaynaklı sitelerden doğrulayabilirsiniz.
Namaz kılsın kılmasın neredeyse bütün Müslümanların ezbere bildiği Fatiha Suresi tek başına bu konuyu anlatmak için yeterli olmasına rağmen bu kadar açıklama yapma ihtiyacı hissetmek hal-i pür melalimizin ne kadar acı olduğunun da bir göstergesidir.
Fatiha Suresi Türkçe Meali:
1 - Rahmeti Bol ve Kesintisiz Olan Allah’ın Adıyla
2 - Övülmeye değer olan yalnızca âlemlerin Rabb’ı Allah’tır.
3 - O’nun Rahmeti Bol ve Kesintisizdir.
4 - O, Hesap Gününün Sahibidir.
5 - Yalnız Sana kulluk eder ve yalnız Sen’den yardım dileriz.
6 - Bizi, doğru yola, nimet verdiklerinin yoluna ilet;
7 - Gazabına uğrayanların ve sapkınların yoluna değil.
Yazdıklarım benim kitaptan anladıklarımdır, elbette yanılma ihtimalim vardır, en doğrusunu Allah bilir. Yanıldığım konularda bana ve hepimize doğruyu göstermesini ümit ediyorum.
Comments