Müslüman
RESULE İTAAT BAĞLAMINDA İTİKADİ SORUNLAR
Güncelleme tarihi: 29 May 2020

İMAN:
“Allah'a ve Resulüne iman edin. Size (miras veya kazanç yoluyla) tasarruf yetkisi verdiği şeylerden infak edin. İman edip de infakta bulunanlar için büyük ecir-mükafat vardır.” – Hadid(57)-7
“Size ne oluyor ki, Resul sizi Rabbinize iman etmeye çağırıp dururken Allah'a iman etmiyorsunuz? Oysa O sizden kesin bir söz almıştı. Eğer mü'min iseniz (sözünüzü gerçekleştirin).” – Hadid(57)-8
Resule iman etmek demek Resulün şahsına iman etmek, şahsını yüceltmek değil, Allah’a iman etmektir. Arkasında vahiy olmasa Muhammed sadece normal bir insandır, o normal insana iman etmek demek O’nu ilah edinmektir. Ama Allah’a iman etmek Resule iman etmektir, Muhammed’in O’nun elçisi olduğuna iman etmektir. Çünkü Allah bizimle direk irtibata geçmez, Resul O’nun sözünü söyler. O yüzden Allah yukarıdaki ayetlerin ilkinde “Allah’a ve Resulüne iman edin” derken buna işaret eden ikinci ayette “Ne oluyor da Allah’a iman etmiyorsunuz” der ve Muhammed’in de bizi buna davet ettiğini söyler.
Resule itaat ayetleri de bu minvaldedir. İman, itaatin, itaat ise imanın tamamlayıcısıdır ki o yüzden Rabbimiz sürekli iman ve itaat vurgusu yapar. Resule iman demek Allah’a iman, Resule itaat demek Allah’a itaat demektir, “Allah’a ve Resul’e itaat edin” cümlesinden iki ayrı otorite anlamı çıkarmak imana aykırıdır çünkü Allah tektir ve birdir, hükmü koyandır. İman etmek bunları kabul etmek demektir, bunları kabul ettikten sonra başka bir otoriteyi Allah insanlara sunmadığı gibi, insanlar da aramamalıdır.
Muhammed bir müşriğe “Allah’a iman et” dediğinde o müşrik Muhammed’in onu kendine değil Allah’a çağırdığını anlar. “Allah’a itaat et” dediğinde de kendine değil Allah’a itaate çağırdığını anlar. “Bana itaat et” dediğinde yine Allah’a itaat etmesi gerektiğini anlar, aklına Muhammed’in O’nu köle gibi kullanacağı, Muhammed’in kulu olacağı gelmez.
Dolayısıyla Muhammed bir Müslümana “Namaz kıl” dediğinde, bu Muhammed’in değil Allah’ın emri olur ve o Müslüman namazını Allah için kılar. Bugün bize namaz kılmamızı kim emrediyor? Tabi ki Muhammed’in Allah’tan aldığı sözleri yazan, yani gerçek hadislerini barındıran kerim Kuran emrediyor.
Allah aynı cümle tarzıyla kurduğu her iki tamlamada da (Allah’a ve Resulüne iman edin - Allah’a ve Resulüne itaat edin) Muhammed’e bir otorite değil bir görev vermektedir, o görev de tebliğdir. Bunu daha somut hale getiren yukarıdaki iki ayettir. Allah’a ve resulüne imandan sonra resulün görevini ve asıl beklentinin kendine iman olduğunu net bir şekilde belirtiyor Rabbimiz. Nasıl ki bu ayetlerde bizden Muhammed’i ilah olarak tanıyıp O’na iman etmemiz istenmemişse, itaat ayetlerinde de Muhammed’i ilah olarak tanıyıp itaat etmemizi istemiyor, getirdiği mesaja itaat etmemizi istiyor.
Şimdi “Allah’a ve resulüne iman edin” ifadesinden bir anlığına resulü çıkaralım ve sadece “Allah’a iman edin” ifadesini dikkate alalım. Kuran’da “Allah’a iman” ne demek bakalım:
“Biz İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri de azgınlık ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu (Firavun'u) boğacak düzeye erişince "İsrailoğullarının inandığından başka ilah olmadığına iman ettim ve ben de müslümanlardanım" dedi.
(hattâ iżâ edrakehu-lġaraku kâle âmentu ennehu lâ ilâhe illâ-lleżî âmenet bihi benû isrâ-île ve enâ mine-lmuslimîn) – Yunus(10)-90
Ayette de görüleceği üzere Allah’a imanın temeli O’nu tapılacak tek ilah olarak görmek, kabullenmek ve dil ile ikrar etmektir. Bu temel üzerinde Allah’a ve resulüne iman etmek demek tabi ki resulle Allah’ı eşitlemek olmayacaktır ve resule iman “Allah’ın gönderdiği elçilere iman” kabilinde olacaktır. Bakara suresinin sondan bir önceki ayetinde, sadece biz inananların değil, Nebi Muhammed’in bile iman esasları belirtilmiştir ve bizden farklı değildir.“âmene-rrasûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihi velmu/minûn(e)(c) kullun âmene bi(A)llâhi ve melâ-iketihi ve kutubihi ve rusulihi lâ nuferriku beyne ehadin min rusulih….”“Elçi Rabbinden kendisine tüm indirilenlere iman etti, mü'minler de iman ettiler. Onlardan herbiri; Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine inanırlar. O'nun elçilerinin hiçbiri arasında ayırım yapmazlar” Bakara(2)-285
Bu ölçüyle baktığımızda, “Allah’a ve resule iman” cümlesinden anlayacağımız şey, yaratıcı olarak Allah’a iman ettikten sonra elçinin de hak olduğuna ve O’nun tarafından gönderildiğine iman etmektir. Yani “Allah’a ve resulüne itaat edin” cümlesine verilen yanlış anlam bu cümleye verildiğinde, Allah’a iman ettiğimiz gibi elçisine de iman etmemiz gerektiğini anlamak zorunda kalırız ve korkunç boyutta bir şirke bulaşmış oluruz. O yüzden Allah’a itaat ile resule itaat eylemlerini aynı görüp, resule itaat edeceğim diye O’ndan Kuran dışında sadır olduğuna inanılan her sözün peşine düşmek korkunç bir hatadır. Hem de iki kere hatadır, çünkü; hem o sözlerin O’na ait olduğundan emin değiliz hem itikadi olarak bu sözler bizi bağlamamalıdır.
Allah’a iman etmenin niteliği ile resule iman etmenin nitelikleri farklı olduğuna göre, Allah’a itaat etmenin niteliği ile resule itaatin nitelikleri de farklıdır. Konuyu çok daha netleştirecek başka bir ayet ile bu konuyu noktalayalım;
“Ey iman edenler. Allah'a, Resulüne, Resulüne indirdiği Kitab'a ve bundan önce indirdiği Kitab'a iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini, Kitab'larını, resullerini ve ahiret gününü inkar ederse, kuşkusuz sapıklığın en koyusuna düşmüş olur.” – Nisâ(4)-136
Ayetten açık ve net şekilde anlaşılacağı üzere Allah’a ve resule iman ibaresine, bu ayette, indirdiği kitaba ve önceki ümmetlere indirdiği kitaplara imanı ekliyor Rabbimiz. Saydığı bütün varlıklara imanın farklı nitelikleri olması kaçınılmazdır.
Allah’a iman ile kitaplara imanı eşdeğer tutacak olmak canlı ve cansız varlıklara aynı nitelikte iman etmek demek olacaktır ki bu akla da mantığa da aykırıdır çünkü cansız varlıklar asla canlı varlıklarla bir tutulamaz. Bu gerçeğin ışığında, imanın temelinde Allah’ın olduğunu, O’ndan sonra sayılan varlıkların ise imanın alt kolları olduğunu anlarız. Hepsi birbirinin tamamlayıcısı olduğu için aynı cümle içerisinde aynı yüklemle nitelendirilmiştir.
İtaat ayetlerini de bu bağlamda düşünürsek, itaatin temelinin Allah olduğunu, sonradan sayılan varlık veya varlıkların (elçilik, tebliğ, komutanlık, liderlik, hakimlik vasıfları gereği) tamamlayıcı olduklarını anlarız, tamamlayıcı yan ögelere asil vasfı vermek ise ne aklen, ne mantıken ne de dinen uygun değildir.
----------------------
İTAAT:
1- “Sana (söz verip) biat edenler ancak Allah'a biat etmişlerdir. Allah'ın eli, onların ellerinin üzerindedir. Artık kim ahdini bozarsa ancak kendi aleyhine ahdini bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse, ona da büyük bir ecir-mükafat verecektir.” – Fetih(48)-10
Yukarıdaki ayette, Muhammed nerede? Rolü ne? Sorularını sorduğumuzda alacağımız cevap şöyledir: Biatı alan Allah, veren Müslümanlar, Muhammed sadece Allah’ın elçisi ve insanlarla Allah arasında iletici. İşte iman ve itaate de aynı pencereden bakıyoruz.
Risaleti, vekalet ile karıştırmanın neticesinde şirke varan bir sapma yaşıyor Müslümanlar.
Risâlet ile vekalet arasındaki başlıca farklar şunlardır:
Risâlet yoluyla yapılan bir akitte Resul, kendini yollayan kimsenin akit yapma iradesini sadece tebliğ eder, akdi bizzat yapmaz;
vekil ise akdi kendisi gerçekleştirebilir.
Rabbimiz Kitabının hiç bir ayetinde, elçisi için vekil, görevi için vekalet ibaresi kullanmadığına göre, bizlerin bu görevi vekaletmiş gibi algılamamız, Şeytan'ın en büyük hilesidir. Yahudi ve Hristiyanları bu hile ile zehirleyip ahiretlerini karartan Şeytan'a, Müslümanların da bu fırsatı vermiş olması hazindir.
2- "Kim Allah'a ve Resule itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine nimet verdiği nebiler, sıddıklar (doğrular ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Bunlar ne iyi-ne güzel arkadaştır.” – Nisâ(4)-69
Ayette resule itaat edenlerin nebilerle, sıddıklarla, şehitlerle ve salihlerle beraber olacağını söylüyor Allah. Dikkat ederseniz “Benimle beraberdir” demiyor. Şayet Allah’a ve resule itaatin vasıfları eşit olsa idi bu eşitlik, sayılan diğer kişilerle beraber olmaya da sirayet ederdi ama Allah’ın kendini ayrı tuttuğunu görüyoruz. Öyleyse var olduğu iddia edilen bu eşitlik, insanların kendi zihinlerinde canlandırdığı sahte bir eşitliktir.
3- "Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir (erkek varisi yoktur). O, Allah'ın Resulü ve Nebilerin sonuncusudur. Allah (Alim'dir) herşeyi hakkıyle bilendir.” - Ahzâb(33)-40
Allah, Muhammed için “Nebilerin sonuncusu” derken, “Resullerin sonuncusudur” demiyor. İnsanoğlu kıyamete kadar bir daha nebi görmeyecektir ama resul görecektir ki o resul Allah’ın mesajını insanlara ileten “Kitap”tan başkası olamaz(Aşağıda değineceğim). Aksi takdirde Allah, “Muhammed resullerin ve nebilerin sonuncusudur” ya da sadece “Muhammed son resuldur” “Son nebidir” demeyi tabi ki bilirdi. O hiçbir kelimeyi, hiçbir cümleyi öylesine kullanmamıştır kitabında. Resul ile nebinin sadece hitap farkı olduğunu ve ikisinin de aynı kişi olduğunu aşağıda ayrıca değineceğim, bu pencereden baktığımızda da, ayette iki nitelemenin aynı anda kullanılmış olmasının inceliğini kavrayabiliriz.
Her ne kadar bazı kaynaklar “Son resul” denmemesini, resul kelimesinin Kuran’da, Cebrail için (19-19 / 69-40 ve insan elçi(12-50) için de kullanılmış olmasına bağlasa da, bu kullanımların peygamber anlamıyla ilgisi olmamasından (Sadece görev olarak kullanılmasından) dolayı isabetli bir yorum değildir. Böyle düşünürsek sanki Cebrail’in kıyamete kadar gelme ihtimali varmış gibi bir anlam çıkar ki bunu doğrulayacak hiçbir done yoktur elimizde.
4- “(Benim görevim) SADECE Allah'tan olanı ve O'nun gönderdiklerini duyurmak-tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve O'nun Resulüne isyan ederse, içinde ebedi kalıcılar olmak üzere onun için cehennem ateşi vardır.” – Cin(72)-23
Bu ayette Allah, kendi nebisine, görevinin ne olduğunu O’nun dilinden söyletiyor. Allah’tan geleni yani kitabını ve risaletini tebliğ emrini takiben “Kim Allah’a ve resulüne isyan ederse” diyor, cümlenin bütününden, isyan edilmeyecek şeyin resulün getirdikleri olduğunu ve getirdiği şeyin de Kuran olduğunu anlıyoruz. Böyle düşünmediğimizde, resule isyanın nasıl bir eylem içerdiğini açıklayamayız. Toplu bir ayaklanmadan veya resule gidilip “Seni reddediyorum, sana isyan ediyorum” gibi bir ifade ile isyan edilmesinden bahsediliyor olması mantık sınırları içerisinde olsa da ne ayetin bağlamına ne Kuran’ın bütünlüğüne uygun yaklaşımlar değildir.
Konuya farklı bir açıdan bakıp “Allah ve Resulü” ibaresinin gerçek anlamını bir de o açıdan görelim.
5- “(Bu,) kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere, Allah'tan ve Resulünden bir ihtardır (kesin bir uyarıdır).” – Tevbe(9)-1
Görüleceği üzere ayette “Allah ve Resulü” kalıbı kullanılmıştır. Aynen “Allah’a ve resulüne itaat edin” cümlesindeki kalıp gibi, arada “ve” bağlacı kullanılmıştır. Bu ayeti açıklayan aklı başında hiçbir Müslüman “Bu, biri Allah’tan biri resulünden gelen iki ihtardır” şeklinde algılamaz, yani iki ayrı otoriteden söz etmez.
Yine aklı başında bir Müslüman bu ayeti açıklarken “Allah ve resulü bu bildiriyi birlikte hazırlamışlardır” gibi iş arkadaşlığını, proje hazırlayan öğrencileri çağrıştıran bir yorum asla yapmaz. Kaldı ki Allah bu durumu bu cümleyle değil “Bu, müşriklere, Allah ve resulü tarafından birlikte hazırlanan bir ihtardır” gibi bir cümleyle anlatmaktan aciz değildir. Ayrıca hiçbir ayette, Allah’ın bir işi elçisiyle birlikte yaptığına dair bir söylem yer almamaktadır. Zaten sonraki 6 ayette bu uyarıya dair maddeler yine Allah tarafından açıklanmıştır. Sonraki ayetlere de göz atmak faydalı olacaktır.
“Bundan böyle yeryüzünde dört ay daha dolaşın. İyi bilin ki siz Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Allah küfre sapanları hor ve aşağılık kılandır.”– Tevbe(9)-2
“Hacc-ı Ekber (büyük hac) günü Allah’tan ve Resulünden insanlara bir ilandır ki Allah da, Resulü de müşriklerden (onlarla ilişki ve antlaşmalardan) uzaktır. Eğer tevbe ederseniz bu sizin için daha hayırlıdır. Yok eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allah’ı aciz bırakacak değilsiniz. Küfredenleri elim-acıklı bir azabla müjdele.”– Tevbe(9)-3
“Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (şartlara uyan) hiçbir şeyi eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların antlaşmalarını süreleri bitinceye kadar tamamlayınız. Şüphesiz ki Allah muttaki olanları sever.”– Tevbe(9)-4
“(Dört ay olan) haram aylar çıkınca müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün. Onları yakalayın, kuşatıp-hapsedin ve onların bütün geçit yerlerini tutup-gözetleyin. Eğer tevbe edip namaz kılarlarsa ve zekatı verirlerse yollarını açıverin. Gerçekten Allah Gafur’dur (çok bağışlayandır), Rahim’dir.”– Tevbe(9)-5
“Eğer müşriklerden biri senden aman dilerse, Allah’ın kelamını dinleyinceye kadar ona aman ver. Sonra onu güven içinde bulunacağı yere ulaştır. Bu (müsamaha) onların bilmeyen bir kavim olmaları sebebiyledir.”– Tevbe(9)-6
“Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaştıklarınız dışında, müşriklerin Allah katında ve Resulünün katında nasıl bir ahdi olabilir? Şu halde o (antlaşmalı olanlar) size karşı doğru davrandıkça, siz de onlara karşı doğru davranın. Şüphesiz ki Allah, muttaki olanları (korkup-sakınanları) sever.”– Tevbe(9)-7
Sonraki ayetlerden de anlaşıldığı gibi konuyu yöneten, organize eden, şartları belirleyen Allah’tır ve elçisi dahil olmak üzere herkese emirler vermiştir.
Kuran, elçiye yazılı olarak bir kağıt şeklinde inmediği için ve Allah her insanla tek tek konuşarak iletişim kurmadığı için bunları duyurmak resulün GÖREVİDİR. Ve duyurduğunda O’na sunulan her “Tamamdır” – “Duyduk iman ettik” – “Amenna” gibi kabul ifadesi, elçiye itaat gibi görünse de Allah’a itaat anlamına gelmektedir. Çünkü ihtarı veren de şartları yazdıran da Allah’tır. Zaten aklen ve mantıken bu ihtar ve yeni anlaşma sürecinde tebliğ ve anlaşma şartlarını gözetmek dışında resule düşen başka bir görev de yoktur. Çünkü O, elçilik görevi gereği ihtarı tebliğ etmek, liderlik ve komutanlık görevi gereği şartları gözetmek ve anlaşmanın sürdürülmesi ile yükümlüdür. İhtara kendiliğinden bir şey katamayacağı gibi onu gizleyemez veya maddelerinden birini eksiltemez de, çünkü Allah elçisini şu sözlerle uyarmıştır:
“Eğer o (peygamber) Bize isnat ederek bazı sözler uydurup-söylemiş olsaydı elbette onu kuvvetle tutup-yakalardık. Sonra onun can damarını mutlaka keserdik.” – Hâkka(69)-44/45/46
“Ey Resul, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun….” – Mâide(5)-67
O yüzden itaat kavramı resulün tebliğ, komutanlık, dini liderlik, ulul emrlik görevleri ile iç içe geçmiş bir kavramdır. Bu iç içelik bir çok Müslümanın kafasını karıştırmış ve itaatin şahsın kendisine olduğu sanılıp vefat ettikten sonra da hadis-sünnet adı altında bu itaat sürdürülmeye çalışılmıştır.
Halbuki Al-i İmran Suresi 144. ayette Allah açık ve net bir şekilde;
“Muhammed yalnızca bir resuldür. Ondan önce de nice resuller gelip-geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, gerisin geriye mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse Allah'a kesinlikle zarar veremez. Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.”
diye buyurmuştur. Ayetten de anlaşılacağı üzere itaat kesinlikle ama kesinlikle elçinin şahsına değil, bildirdiği kural ve ilkelere yani elçinin tebliğ ettiği Allah’ın sözlerinedir. Bağlılığın neye olduğunu Allah böylece açıklamıştır.
6- “Bedevilerden mazeret belirtenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah'a ve Resulüne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan küfre sapanlara elim-acıklı bir azab isabet edecektir.” – Tevbe(9)-90
Bu ayette de benzer bir durum söz konusudur. Bedeviler Allah’a ayrı, elçisine ayrı yalan söylemiş olamazlar. Allah’a ve resule itaat ayetlerini iki ayrı otorite olarak algılayanlar dahi, Bedevilerin önce Allah’a sonra resulüne ayrı ayrı yalan söylediklerini iddia edemezler ama “Allah’a ve resulüne itaat edin” lafzından Allah’a ayrı, resulüne ayrı itaat edilmesi gerektiğini rahatlıkla iddia edebilmektedirler. Bu tutarsızlık tabi ki Kuran’ın değil, algısı bozulmuş Müslümanların tutarsızlığıdır. Zira;
“Onlar hâlâ Kur'an'ı iyice düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah'tan başkasının katından olsaydı, kuşkusuz içinde birçok aykırılıklar (çelişkiler, ihtilaflar) bulacaklardı.” - Nisa(4)-82
Ayetlere kişisel yorumlar, manipülatif değerlendirmeler karıştırıldığında ortaya çelişkilerin çıkması kaçınılmaz olmaktadır. Kuran’ı bütünlük içerisinde değerlendirdiğimizde ise bu çelişkiler hemen gün yüzüne çıkmaktadır.
Nisa Suresi 100. ayeti de konumuz açısından önemli bir ayettir.
7- “Her kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde (bir çok) bereketli yer ve genişlik bulur. Allah'a ve Resulüne hicret ederek evinden çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini-mükafatını vermek Allah'a aittir. Allah Gafur'dur (çok bağışlayandır), Rahim'dir (rahmetiyle çok esirgeyendir).” – Nisâ(4)-100
Evinden çıkan bir kimse Allah’a ayrı, resulüne ayrı hicret edebilir mi? Böyle bir şey akıl ve mantık sınırları içerisinde nasıl açıklanabilir? Allah’a hicret nereye gidilerek yapılır, resulüne hicret nereye gidilerek yapılır? Ayrı ayrı mekanlar mı söz konusudur? Bu soruları çoğaltmak mümkün ama hiç birine, “Allah’a ve resulüne itaat edin” lafzını anladığımız gibi anlayacak olursak, verilecek mantıklı bir cevap yoktur. Kendisi yolunda hicret edip resulün bulunduğu mekana gitmeyi, Allah böyle ifade ediyor, aynen resule itaati “Allah’a ve resulüne itaat edin” diyerek kendine itaat sayması gibi.
8- “Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. İşitip dururken ondan yüz çevirmeyin.” – Enfâl(8)-20
Bu ayeti okuduktan sonra, yüz çevrilmeyecek varlığın ne olduğunu düşünürsünüz? Ayetin giriş cümlesi “Allah’a ve resulüne itaat edin” diye çoğul zamir işaret ederken, ikinci cümle tekil zamir işaret ederek bir anda ikiyi bir yapıyor. Normal gramer kurallarına göre “İşitip dururken ONLARDAN yüz çevirmeyin” olarak gelmesi gerekirken, “Ondan” diyerek hem son zamir olduğu için hem de işittiğimiz kişi resul olduğu için resulüne işaret etmiştir Rabbimiz. O halde tekil ifadeyle gelmiş olmasının işaret ettiği gerçek nedir? Gerçek şudur; “Allah ve resulü” bir ifade kalıbıdır ve Allah ile aramızdaki köprü resul olduğu için Allah kendi ile birlikte resulünü anmaktadır tek bir varlıkmış gibi. Yani “Allah ve resulü” kalıbını gördüğümüz ayetlerden iki ayrı otorite, iki ayrı hüküm kaynağı anlamı çıkarmak yanlıştır.
9- “Her kim Allah'a ve meleklerine ve resullerine ve Cibril'e ve Mikail'e düşman ise artık şüphesiz Allah da kafirlerin düşmanıdır.” – Bakara(2)-98
Bu ayeti almamın sebebi Kuran’daki başka bir inceliğe işaret etmektir ki bu incelik bize, bazı ayetleri daha doğru anlamayı nasip edecek inşallah. Çünkü, Kuran, sadece Arapça dil kurallarına göre yazılmamış, Rabbimiz kendine özgü bazı incelikler ve kurallar da koymuştur ki kitabın eşsizliğini ve mucizeliğini sağlayan parçalardan biri de bu inceliklerdir. Yani sadece dilin Kuran’ı değil, Kuran’ın dili de önemlidir.
Bu özeti, zamirlerin arasına konan “Ve” bağlacını kısaca açıklamak için yaptım. Ayette görüleceği üzere bu bağlaç sadece mugayere ve tefri yani birbirinden ayrı iki şeyi birlikte anmak anlamında değil, atf-ı tefsir yani aynı anlamda olan iki ayrı kelimenin veya şeyin birlikte kullanımı için de kullanılmaktadır. Bu kullanımın amacı da te’kid yani anlamı güçlendirmektir. Aksi taktirde, melekler maddesi zaten sayılmışken, Cebrail ve Mikail’in ayrıca zikredilmesine bakıp, onları farklı iki varlık olarak anlardık ama Allah, ayette, Cebrail ve Mikail’i diğer meleklerden ayırmak ve onlara vurgu yapmak için, aynı cinsten olmalarına rağmen farklıymış gibi “Ve” bağlacıyla ayırarak bahsetmiştir.
Yine bu bağlamda olmak üzere aşağıdaki ayete de bakalım;
“… Sana kitabı ve hikmeti ve Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. …” – Maide(5)-110
İncil’in ve Tevrat’ın , ayette bahsedilen “Kitap” olmalarına rağmen sanki başka şeylermiş gibi ayrıca zikredilmesi ve aralarında “Ve” bağlacı olması, kitapların isimlerine vurgu yapmak için kullanılmıştır.
Bir örnek daha vereyim ki bu kullanım şeklinin Kuran’ın üsluplarından olduğu iyice netleşsin;
“Namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin ve rüku edenlerle (huzurda eğilenlerle) birlikte rüku edin.” - Bakara(2)-43
Bu ayetten namazı kılıp ardından bir de rüku edenlerle rüku etmek anlamı çıkar mı?
“Allah’a VE resulüne itaat” lafzından Allah’ın ve resulünün ayrı otoriteler olduğu gibi bir anlam çıkaranlar, bu ayetten de herhalde, namazı kılıp ardından rüku edenlerle rüku edeceğimiz anlamı çıkarıyorlar! Bu anlamı çıkaran biri tabi ki yok ama eğer tutarlılık arıyorlarsa ve böyle bir dertleri varsa saydığım bu ayetleri de aynı şekilde anlayıp itikatlarını iyice bozmaları gerekir.
Tevrat’ın ve İncil’in kitap olmadığını, Cebrail ve Mikail’in melek olmadığını, namazlardan sonra veya namazın haricinde bir de rüku edenlerle birlikte rüku etmek diye bir ibadet olduğunu söylesinler.
Kuran üzerine yapılan araştırmalar göstermektedir ki, aslında “Ve” bağlacı, Türkçemizde olduğu gibi birden çok durumda kullanılmaktadır. Kuran’da “Ve” bağlacı bazen de “Yani” anlamında kullanılmaktadır. Bu kullanımı da örneklerle açıklayayım;
“Elif, Lam, Ra. Bunlar Kitab'ın ve mübin olan Kur'an'ın ayetleridir.” - Hicr(15)-1
elif lâm râ : elif, lâm, râ
tilke : işte bu, bunlar
âyâtu el kitâbi: kitabın âyetleridir
ve kur'ânin : ve Kur'ân
mubînin : apaçık, açıklanmış, beyan edilmiş
“Ta, sin. Bunlar Kur'an'ın ve mübin Kitab'ın ayetleridir.” – Neml(27)-1
tâ sîn : tâ sîn
tilke : bu, bunlar
âyâtu : âyetler
el kur'âni : Kur'ân-ı Kerim
ve kitâbin : ve kitap
mubînin : apaçık
Bu iki ayete baktığımızda tek farkın, kitapla Kuran’ın öncelik sonralık açısından yerlerinin değiştirilmiş olduğunu görüyoruz. “Kitabın ve mübin olan Kuran’ın” ile “Kuran’ın ve mübin kitabın” ifadelerinde sanki kitap ve Kuran farklı varlıklarmış gibi görünüyor ama, aslında, bu terimler her açıdan birbirinin yerine kullanılmışlardır. Bu ayetlerdeki “Vav” harifinin “Ve” değil “Yani” anlamı olduğu barizdir. Önceki kelimeyi tefsir edip pekiştirmek için kullanılmıştır.
“Bu ayetlerdeki diğer kitap Levh-i Mahfuz’dur” açıklaması yapanlar iki ayetteki mübin kelimesinin hem Kuran’ın hem ilk bahsedilen kitabın sıfatı olarak kullanıldığını es geçip, mübin vasfının sadece Levh-i Mahfuz’a ait olduğunu sanmalarından kaynaklandığını düşünüyorum çünkü bunun dışında bu yorumu işaret eden hiçbir delil bulunmamaktadır. Sanırım “Vav” (Ve) bağlacını sadece iki ayrı şeyi birbirinden ayırma olarak gördükleri için, “Yani” anlamındaki kullanımı akıllarına gelmemiş.
10- Bu noktada, başından beri anlatmaya çalıştığım argümanların hepsini içinde barındıran, Nisa Suresinden bir ayetler grubunu sizlerle paylaşmak istiyorum:
58 - “Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah Semi'dir (herşeyi işitendir), Basir'dir (hakkıyle görendir).”
- Hüküm koyma ile hüküm verme arasındaki farka aşağıda değineceğim ama bu ayette insanların hüküm koyma değil, hüküm verme görevinin olduğunu anlatıyor Rabbimiz. Bu ayeti aklımızdan hiç çıkarmayalım çünkü resulün hüküm vermesinin de bu bağlamda kullanıldığını göreceğiz ileride.
59 - “Ey iman edenler. Allah'a itaat edin, Resule ve sizden olan emir sahiblerine de itaat edin. Eğer herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız onu Allah ve Resulüne GÖTÜRÜN. Bu (sizler için) hem hayırlı ve hem de sonuç bakımından daha güzeldir.”
- Bu ayette de itaatin kimlere olacağı, bu kişilerle de ihtilafa düşüldüğünde nihai merci olarak kimlere götürülmesi gerektiği anlatılıyor. Buradaki incelik devam ayetlerinde ortaya çıkacak. “Götürün” emrinin gereğinin fiziki bir eylem içerdiğini aklımızda tutalım.
60 - “Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi? Bunlar onu (tağutu) reddetmekle emrolundukları halde tağutun önünde muhakeme olmayı istemektedirler. Şeytan da onları (bir daha dönemeyecekleri kadar) uzak bir sapıklıkla saptırmak istiyor.”
- Allah’a, resulüne ve emir sahiplerine itaat emredilen ayetin arkasından gelen bu ayette, Rabbimiz inanılan şeyi yani kitapları, hükmün kaynağı olarak göstermektedir. İşte bu yaklaşımı destekleyen bir çok ayetten sadece biri.
“(De ki) "Allah'tan başka bir hakem mi ararım?" Kitap'ı size açıklanmış olarak indiren O'dur. Kendilerine Kitap verdiklerimiz bilirler ki bu Kitap, Rabbin tarafından tümüyle gerçekleri gösterecek şekilde indirilmiştir. Sakın şüpheye kapılanlardan olma.” – En’am(6)-114
“Sana indirilen” ve “Senden öncekilere indirilene” lafızlarından sonra, münafıkların, hüküm vermeleri için bu kitaplara uymayanlara gittiğini ve bunun derin bir sapıklık olduğunu anlatıyor Allah.
61 - “Onlara "Allah'ın indirdiğine ve Resule gelin" denildiği zaman münafıkların senden iyice uzaklaştıklarını görürsün.”
- Yine bu gruptan yani münafıklardan bahsedip “Allah’ın indirdiğine (yani Kuran’a) ve resule gelin” denildiğindeki tepkilerini anlatıyor. Eğer hükmün sahibi yani itaat edilecek kişi sadece elçi olsaydı, bu ayette “İndirilen” zikredilmez, sadece “resule gelin” denirdi. İkisinin bir arada kullanılmasından. “Aranızda Kuran’a göre hüküm verecek olan resule gelin” anlamını çıkarmak en doğru anlayış olacaktır.
62 - “(Böyle iken) elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet isabet edince nasıl (olur da) sana gelerek "Kuşkusuz ki biz iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey istemedik" diye (Allah adına) yemin ederler?”
- Kuran ve resulü değil de tağutu hüküm verici olarak seçtikleri için başlarına bir musibet geldiğinde can havliyle resule gelmeleri ve yemin etmeleri eleştiriliyor. Ayetler grubunun başından beri, farkındaysanız, resulün bizzat, yani bedeni olarak içinde olduğu sahneleri canlandırıyor Rabbimiz. Hüküm verilmesi gereken durumlar var ve Allah, hükmün tarafı olacak kişileri, aralarında kitabına göre hüküm vermesi için elçisine davet ediyor ama onlar yalanlayanlara gidiyorlar ve başlarına musibet geldiğinde resule koşup, Allah’ın bu musibeti gidermesi için yalvarıyorlar çünkü Onlar da biliyorlar ki hükmün sahibi Allah’tır ve o musibeti ancak Allah defedebilir.
63 - “Onlar öyle kimselerdir ki, kalplerinde sakladıklarını Allah bilmektedir. O halde sen onlara aldırma, onlara öğüt ver ve onlara nefislerine ilişkin tesirli (etkileyici) söz söyle.”
- Bir üstteki ayetin devamı olarak Allah, elçisine tavsiyelerde bulunuyor. ARALARINDA BULUNDUĞU İNSANLARIN münafık olanlarına aldırmaması, onlara öğüt vermesi ve etkili sözlerle onları imana davet etmeye devam etmesini öğütlüyor. Allah’a ve resule itaat emrini, resule Kuran’dan bağımsız olarak itaat etmek, hatta rivayetlere itaat etmeyi O’na itaat etmek sanan kardeşlerimize soruyorum; siz itaatten yüz çevirirseniz, resulün, size aldırmama, size öğüt verme ve tesirli sözlerle sizi ikna etmeye çalışma şansı var mı? Yoksa bu ayetler grubu kitaba bağlı olarak hüküm verme emrinin o dönemki yansımalarını ve içeriğini mi anlatıyor?
64 – “Biz her resulü ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Onlar kendi nefislerine zulmettiklerinde şayet sana gelip de Allah'tan mağfiret (bağışlanma) dileselerdi ve resul de onlar için mağfiret dileseydi elbette Allah'ı Tevvab (tevbeleri kabul eden), Rahim (rahmetiyle çok esirgeyen) olarak bulurlardı.”
- Bir önceki ayetle aynı minvalde, resule itaatle emredildiği halde etmeyip, nefislerine zulmedenler, FİZİKİ OLARAK elçiye gelip tevbe edebilirlermiş ve bu tevbe kabul edilirmiş. Hadislere inanmayanların, pişman olup, tevbe için resule FİZİKİ OLARAK gitme şansı olmadığına göre bu ayetler grubundan net olarak hükmün kaynağının Kuran olduğunu, o dönem kitaptan hüküm verenin nebimiz olduğunu, O’nun vefatından sonra da kitaptan hükümler verecek kişiler olacağını, bunlara uymanın Allah’a uymak olduğunu anlıyoruz. Ayetleri başından sonuna kadar, bu görüş doğrultusunda tekrar okursanız sizler de göreceksiniz.
65 - “Hayır (öyle değil), Rabbine andolsun ki aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme içlerinde hiçbir sıkıntı olmaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.”
- Grubun son ayetinde, siyak-sibak ve bütünlük ilişkisi içerisinde, münafıkların hüküm için resule gelmeyip tağutlara gitmesi iman meselesi yapılmış, elçiye gelip, onun kitaptan çıkaracağı hükme razı olmadıkça iman etmiş sayılmayacakları belirtilmiş ve münafık olarak görülmeye devam edilecekleri ilan edilmiş oluyor. “Sana da ellerinde kitabdan olanı doğrulamak ve onu korumak üzere bu kitabı hak ile indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevalarına (nefsi arzularına) uyma. …” – Maide(4)-48
- Bu bütünlükten ve ayetler grubunun mantık örgüsünden çıkarak, tevillerle ayetleri günümüze taşımaya çalışanlar, rivayetlerle resulün fiziki varlığını eşitlemiş olmak gibi saçma ve akla-mantığa aykırı bir yolun da kapısını açmış oluyorlar. Ganimet ayetlerine de aynı eziyeti yapan bu kişiler, mesela; neden
“Ey iman edenler, peygamberin evlerine yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın girmeyin. Ancak çağırılırsanız girin ve yemeği yiyince (oyalanmadan) dağılıverin. Söz ve sohbet için de (evlerine) girmeyin. (Bunu yapmanız) peygambere eziyet vermekte ve o da (bunu söylemekten) sizden utanmaktadır. Allah ise haktan (gerçeği açıklamaktan) utanmaz. Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman perde arkasından isteyin. Bu, sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de daha temizdir. Allah'ın Resulü'ne eziyet vermeniz ve kendisinden sonra eşlerini nikahlamanız asla (helal) olmaz. Bu Allah katında çok büyüktür.” – Ahzâb(33)-53
Ayetini, bugün için düşünemiyorlar da, doğal olarak sadece o güne has bir ayet olarak görüyorlar? Bir ayetin o günün şartları için, o güne has, o günkü olaylara hitaben gelmiş olması mümkün iken, akıl-mantık sınırı gözetmeksizin bugüne taşınması ve sanki resul bugün de aramızda yaşıyormuş gibi davranılması devasa bir çelişki değil midir? Bu ayetin bugün bizi ilgilendiren kısımları olabilir, bu ayetten bazı dersler de çıkarabiliriz ama hiç birimiz resulün eşleriyle evlenmeyi düşünemeyiz bile çünkü onlar çoktan vefat etti. Nasıl ki bu ayeti ince ince düşünüp günümüze uygun kısımlarını alıp, kalanını siyerin bir parçası olarak görüyorsak, bu inceliği diğer ayetlere de göstermemiz gerekmektedir, aksi halde ayetleri işimize geldiği gibi algılamak hatasına düşmüş oluruz. Yukarıdaki ayetler grubu münafıklarla ilgili bir konuyu anlatıyor, o ayetlerden günümüze gelecek bir kaç hüküm vardır, mesela; resulün tebliğ edip tamamladığı Kuran’a göre hüküm vermek. Mesela; tebliğde tesirli sözler kullanmak. Başka öğütler de çıkarılabilir şüphesiz.
Bir tek elçiye itaatle ilgili kısmı bugüne taşıyamayız, çünkü, 58’de verilen “adaletle hükmetme” emrinin gereği olarak, sonraki ayetlerde hükmün kaynağı olarak gösterilen kitaba itaat söz konusudur. Elçi de kitaba itaat edip onunla hüküm vermiştir. Resulullah’ı örnek alması gereken Müslümanlar olarak bizler de Allah’ın kitabına göre hüküm vermekle mükellefiz.
11- “De ki "Allah'a itaat edin, Resule de itaat edin." Eğer yüz çevirirseniz onun (Resulün) sorumluluğu kendisine yüklenen, sizin de sorumluluğunuz size yüklenendir. Eğer ona itaat ederseniz hidayet bulmuş olursunuz. Resule düşen apaçık bir tebliğden başkası değildir.” - Nûr(24)-54
Ayetin girişinde “Allah” ve “Resul” ayrı ayrı anıldığı halde, âyetin devamında söz sadece resul üzerinde odaklanıyor ve itaat emri de ikili değil tekli zamirle (tutî‘ûhu) ifade ediliyor. Ve nihayet, resule itaatin de vahye boyun eğmek olduğu ayetin sonunda dile getiriliyor. Rabbimiz son derece açık ve net şekilde itaat emrinden sonra Resule düşen apaçık bir tebliğden başkası değildir diyorsa, bunu böyle anlamak ZORUNDAYIZ. “Ama şu ayette haramı helal helali haram kılar diyor” tarzı yaklaşımlar Allah’ın çelişkisi değil, alakasız teviller neticesinde ulaşılan mantıksız yorumlardır.
Allah, açık ve net şekilde, itaatin resule tebliğ edilen şeye olduğunu söylüyor ve itaatin çerçevesini çiziyor, bu çerçeve dışında taşan her sakat anlayış, Allah’a değil kullarının iz’anına izafe edilmelidir.
“Andolsun ki kendilerine (resul) gönderilenlere soracağız ve onlara gönderilenlere de (resullere de) soracağız. Andolsun ki (yaptıkları her şeyi) onlara bir ilimle mutlaka haber vereceğiz. Çünkü biz gaibler (onlardan habersizler) değildik. - A'râf(7)-6
Nur-54’ün başında dile gelen “Resule itaat” ile “vahye itaatin” kastedildiği bu ayetle sabittir. Çünkü elçiler dahil bu vahiyden sorumlu olarak hesap verecektir.
“Muhakkak ki bu (Kur'an), senin ve kavmin için gerçekten bir zikirdir. SİZ ondan sorumlu tutulacaksınız.” - Zuhruf(43)-44
Nur-54’ten önceki ayetler (46-53 arası) de konumuz açısından önem arzeder ve sık sık resule itaat vurgusu yapılır ama konunun başı olan 46. ayet yine kitaba vurguyu içerir. “Andolsun ki Biz açıklayıcı ayetler indirdik. Allah dilediğini doğru yola yöneltip-iletir.” – Nûr(24)-46
Bu başlangıçtan sonra 54’e kadar münafıkların ve müminlerin hüküm verme konusunda Resulullah’a karşı olan davranışları irdelenir ve 54’te müminlerle elçinin sorumlulukları belirtilerek konu nihayete kavuşur.
51. ayette müminlerin tavrı anlatılırken “İşittik ve itaat ettik” söylemi geçer. (“Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman mü'min olanların sözü "İşittik ve itaat ettik" demeleridir. İşte felaha (kurtuluşa) erenler bunlardır.”) Bu söylemin bize “İşittik” şeklinde gelmesi bile, ayetlerin o dönem gelişen bir takım olaylar üzerine “Lidere itaat” kapsamında indiğini gösterir ki 53. ayette savaştan çekinenlerin ikircikli tavırları dile getirilmiştir. (“Eğer sen onlara emrettiğin takdirde (savaşa) çıkacaklarına dair yeminlerinin olanca gücüyle Allah'a yemin ettiler. De ki "Yemin etmeyin, itaatiniz (bizce bellidir) malumdur. Allah yapmakta olduklarınızdan haberdardır.")
“İşittik ve itaat ettik” lafzının, aynı dönem yaşayan kişiler arasında söz konusu olacağını dikkatlerden kaçırıp, bugün, bir hadis ve sünnet duyanların “İşittik ve itaat ettik” demesini bekleyenler şunu bilmelidir ki; işittikleri ve itaat ettikleri resul değil, resule ait olduğu iddia edilen bir takım söz ve davranışlardır, bu anlamda bir haber alma ve itaati özetleyen lafız ise “Okuduk ve itaat ettik” veya “Başkasından duyduk ve itaat ettik” olmalı. İtaat konusundan sonra hadis-sünnet konusuna da değineceğim inşallah. O bölümde hadis-sünnet ile ilgili üstü örtülmüş gerçeklere ve çelişkilere şahit olacaksınız Allah’ın izniyle.
12- Bir de aşağıdaki iki ayet bağlamında resul-kitap-itaat ilişkisini irdeleyelim. Her iki ayette de çok net olarak görüleceği üzere, ayetlere tabi olmanın yolunun resulün getireceği kitap olduğunu anlıyoruz. Yani resul bir kitap getirir ve insanlar o kitaptaki ayetlere uyarak hem Allah'a, hem de kitaba uymuş olurlar. Ayetlerde resulün hüküm kaynağı değil bizzat hükmün taşıyıcısı olduğunu açık olarak ifade ediyor Rabbimiz.
"Eğer Biz onları bundan (elçi ve Kur'an'dan) önce bir azabla helak etseydik muhakkak ki "Ey Rabbimiz, bize bir resul gönderseydin de zelil ve rezil olmadan önce ayetlerine tabi olsaydık" diyeceklerdi." - Tâ-Hâ(20)-134
"Kendi elleriyle yaptıklarından dolayı başlarına bir musibet geldiğinde "Rabbimiz, bize de bir Resul gönderseydin de böylece Senin ayetlerine uysaydık ve mü'minlerden olsaydık" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik)." - Kasas(28)-47
Velhasılı kelam: Doğal olarak Nisa Suresi 80. ayette geçen “Kim Resule itaat ederse, Allah'a itaat etmiş olur…” ifadesi ve buna benzer diğer ifadeler, yukarıdaki açıklamalar ve örnekler dikkate alındığında Allah’ın ayetlerini tebliğ etmesinden dolayı resule itaatin Allah’a itaat demek olduğunu göstermektedir. Allah’ın sözlerini tebliğ etmediği zaman resul veya nebi değil ABD(Kul) sıfatıyla günlük hayatını yaşayan bir insan olan Muhammed’in söylediği diğer şeyler hüküm niteliği taşımadığı için itaatte söz konusu değildir. Zaten Allah hiçbir ayette “Muhammed'e itaat edin” dememektedir. Resul-nebi-Abd ayrımı peygamber kelimesi ile örtüldüğünden dolayı bu incelik gözden kaçırılmış ve Kuran’ın önüne perdeler çekilmiştir.
----------------------
Resul ve nebi kavramları Kuran’da bütün peygamberler için aynı anda kullanıldığı gibi teker teker de kullanılmıştır. Bugüne dek resul ve nebi kavramlarıyla ilgili yapılan yorumların hemen hiç biri doğruyu yansıtmamaktadır veya eksiktir.
Şöyleki:
Kuran’da bu iki sıfatın bazen ayrı ayrı, bazen birlikte geçmesi tamamen peygamberin ilişkide olduğu kişilere göredir. Mesela Muhammed, Allah’ın resulüdür yani elçisidir ama bizim elçimiz değildir çünkü Allah’ın mesajları bize iletmektedir ve O’nu Allah seçmiştir, dolayısıyla Muhammed bizim resulümüz değil ama risalet görevi olan yüce bir özelliği bulunduğu için nebimizdir. Allah, O’nun için (hem ona hem bizlere hitap ettiği için) resul de diyebilir nebi de diyebilir ama biz “Resulümüz Muhammed” diyemeyiz çünkü bizim elçimiz değildir, biz ancak “Nebimiz Muhammed” diyebiliriz. Muhammed'i şöyle vasıflandırmak en doğru yaklaşım olacaktır: Allah'ın kulu ve elçisi, mü'minlerin nebisi.
Aşağıdaki ayetle bu ayrımı izah edeyim:
"Ki onlar yanlarındaki Tevrat'ta ve İncil'de (geleceğini) yazılı bulacakları ümmi nebiye, (Allah'ın) resulüne uyanlardır....." - A'raf(7)-157
Ayette uyulması emredilen resul, kitaplarında bulacakları kişi ise nebi olarak zikrediliyor, görev verilmeden önceki Muhammed ise henüz bir Abd. Müjde gerçekleştiğinde, kul Muhammed, Allah'ın elçisi, ehli kitabın ise nebisi olacaktır. Uymaları gereken kişi aynı kişidir, sadece kimin penceresinden bakıldığına göre değişen hitap farklıdır.
Mealin Arapçasında şu ifade grupları vardır;
yettebiûne: uyarlar, tâbî olurlar
er resûle: resûle, elçiye
-------------------------------------
en nebiyye el ummiyye ellezî: o ümmi nebi ki
yecidûne-hu: onu bulurlar
mektûben: yazılı olarak
inde-hum: yanlarında
fî et tevrâti: Tevrat'ta
ve el incîli: ve İncil
Çeviride bahsedilen "Tâbî olma" emrinin içeriğini ise Rabbimiz şöyle ifade ediyor ayetin devamında;
"...O (resul) onlara ma'rufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki bağları-zincirleri indiriyor. İşte ona inananlar, saygı gösterenler, destek olup-yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nuru izleyenler felaha (kurtuluşa) erenlerin ta kendileridir."- A'raf(7)-157
O'na İnananlar, saygı gösterenler, destek olup, yardım edenler, O'nunla birlikte İndirilen Nuru yani Kuran'ı izleyecekler. "Tâbî olma" emrinin tamamı Kuran'dır çünkü maruf, münker, helal, haram, kolaylıklar... hepsi Kuran'ın içindedir ve elçinin görevi Kuran'ın içindekileri beyan(Gizleyip-saklamadan duyurmak) ve tebliğ(anlatmak) etmektir. Ayetin bütünlüğünden bunu anlıyoruz.
(Her resul nebidir ama her nebi resul değildir gibi oynak tariflerin Kuran’da yeri olmadığını gösteren linkteki kısa akademik çalışmayı incelemenizi öneririm: http://isamveri.org/pdfdrg/D03380/2011_4_2/2011_4_2_DOGRUE.pdf )
Konuyu bir örnekle açıklarsam daha anlaşılır hale gelecektir. Bir öğretmen düşünün, bu öğretmen sınıftaki öğrencileri için lafı dinlenen, saygı duyulan ve onların üzerinde kısıtlı bir tasarrufa sahip bir öğretmendir, öğrencileri O’na “Öğretmenim” veya “Hocam” diye hitap ederler. İsmiyle hitap etmeleri sadece nezaketen hoş karşılanmaz ama sonuçta o da doğru bir hitap tarzıdır. Aynı öğretmen, kendisinden sorumlu olan Milli Eğitim Bakanı için ise bir memurdur ve kendisinin astıdır. O yüzden Milli Eğitim Bakanı bu öğretmene ……… Bey/Hanım diye ismiyle hitap eder, isterse bazen o da “Öğretmenim/Hocam” der ve bu gayet doğaldır. Nasıl hitap ettiğinden bağımsız olarak öğretmen, bakana karşı sorumludur ve bakandan emir alır çünkü onun memurudur. Aynı kişi bakan karşısında farklı biri, öğrencileri karşısında farklı biridir. Bakan, öğrencilere hitap ederken, öğretmen hakkında konuştuğunda “Öğretmeniniz/Hocanız” diye bahsedebileceği gibi, “……. Bey/Hanım” diye de bahsedebilir. Aslında bu çokta önemli olmayan ama öğretmenin kişilere göre konumunu netleştiren bir farktır.
Nebi-Resul konusu da aynen böyledir. Allah hitap ettiği kişiye/gruba veya konuya göre bazen nebi bazen resul dese de, sahiplenici bir ifade kullanacağı zaman yani kendisiyle ilişkilendirdiği zaman “Resulüm” der ama Müslümanlarla olan beşeri ilişkiler işin içine girdiğinde çoğunlukla nebi ifadesini kullanır.
Birkaç örnek vererek Nebi-Resul-Abd ayrımında daha kritik ve asıl önem arzeden boyuta geçelim.
1- Ayet daha çok ümmetleri yani insanları ilgilendirdiği için nebi formu geçiyor: “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, nebileri müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdi. İnsanların anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için onlarla beraber hak yolu gösteren kitaplar gönderdi. ” 2-213
2- Sahip olan taraf olarak Allah, tabi ki resul yani elçi formunu kullanmış:
“Müjdeleyici ve uyarıcı olarak resuller (gönderdik).” 4-165
3- Bu ayetin ilk bölümünde zaten gönderilmiş olan peygamberlerden bahis olduğu için ikinci bölümde sonradan gönderilecek elçiyi ayırmak için resul formu kullanılıyor:
“Hani Allah, nebilerden; ben size kitap ve hikmet verdikten sonra yanınızdakileri tasdik eden bir resul geldiğinde ona mutlaka inanıp yardım edeceksiniz, diye söz almıştı. 3-81
4- Bu ayette ise İsa, resul olmasına rağmen başka insanlara hitap ederken kendinden nebi diye bahsediyor. Örneğimize dönersek, öğretmen, öğrencileriyle tanışırken “Ben yeni atanan öğretmeninizim” demiş oluyor:
“(İsa a.s) dedi ki: Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. Bana kitabı verdi ve beni nebi kıldı.” 19-30
5- Musa kendini Firavun’a tanıtırken kendisini Allah’a nisbet edebilmek için resul ünvanını kullanıyor. “Alemlerin rabbinden bir nebiyim” demesi Firavun için bir şey ifade etmezdi çünkü nebi saygı gösterilen kişidir ve nebiye saygısı olsa Firavun kafir olmazdı. Burada bir incelik daha göze çarpmaktadır. Allah, elçilerini müşrikler veya günahkarlarla konuştururken veya onlarla anarken hep resul sıfatını kullanır çünkü nebi sıfatı ancak o elçiye inananlar için bir anlam ifade eder.
“Musa dedi ki: Ey Firavun, gerçekten ben Alemlerin rabbinden bir resulüm.” 7-104
6- Bu ayette de yine inananlar özelinde Musa’dan bahsediliyor ve inananların nebisi olduğu için Allah’ta nebi sıfatını kullanıyor.
“Kitapta Musa‘yı da zikret. Çünkü o ihlasa erdirilmiş gönderilmiş bir nebi idi.” 19-51
7- 5. Maddede bahsettiğim inceliğe bir örnekte bu ayettir.
“Firavun‘a gidin (Hz. Musa ve Hz. Harun) ve biz Allah’ın resulüyüz deyin.” 26-16
8- Bu ayette de yine Zekeriya’ya evlat müjdesi verildiğinde daha sonra resul olacak Yahya için yine insanların gözündeki konumuna nisbetle nebi ifadesi kullanılmıştır.
“O, mihrapta namaz kılmakta iken melekler ona seslendi. Allah sana Yahya’yı müjdeler. O, Allah’tan olan kelimeyi doğrulayan, efendi, iffetli ve salihlerden bir nebidir.” 3-39
9- Bir örnekte bizim nebimizden vereyim. Bu ayette Allah, nebimizin görevini ön plana çıkarmak için resul sıfatını kullanıyor.
“Ey insanlar şüphesiz resul size Rabbinizden hakla geldi.” 4-170
10- Son örneğimiz de nebimizle ilgili olsun. Bu ayette de bir incelik göze çarpmaktadır. Allah elçisini uyarırken, yani sıradan bir kulu uyarır gibi uyarırken resul değil nebi sıfatını kullanarak diğer insanlardan ayırmaktadır ama bu uyarı, resulün görevi gereği bir uyarı değildir.
“Ey nebi Allah’tan sakın! Kafirlere ve münafıklara itaat etme...” 33-1
İmanın ve itaatin sadece Allah’a olduğunu anladıktan sonra Muhammed’in kaç çeşit vahy aldığı gibi absürt sorular önemini yitirir (Yine de Gayrı metluv vahiy denen yapıya başka bir yazıda değineceğim inşallah). Çünkü Allah’ın itaat edilmesini istediği emirleri bir resulden başka bir resul devralıyor ve kesintisiz olarak bize kadar geliyor. Vefat eden nebidir ve o son nebidir ama resuller bitmemiştir. Haliyle resulün getirdiği mesaj olan Kuran, aynı zamanda resuldür.
Evet, yanlış okumadınız, Kuran’da Allah’ın resulüdür, çünkü bizim dilimizde pek bu şekilde kullanılmasa da, Arap dilinde resul, aynı zamanda mesajın kendisi anlamına da gelmektedir. Mesajı getiren yoksa getirdiği mesaj da resul olarak anılır.
İslam dünyasının, Rağıb el-Isfehânî’nin Müfredât ve İbn Manzur’un Lisânu’l-Arab isimli en meşhur iki sözlüğü bu tanımı doğrulamaktadır. (İlgili eserlerde r-s-l maddesine bakabilirsiniz.)
Klasik yaklaşımlara göre resul, Kuran’da sadece “Mesajı götüren kişi” anlamında kullanılmıştır dense de mesela Ahzab suresinin 40. ayetinde nebimizin son resul olarak nitelendirilmemiş olması bu görüşü zayıflatmakta ve resulün mesaj olduğu fikrini güçlendirmektedir:
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir (erkek varisi yoktur). O, Allah'ın Resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah (Alim'dir) herşeyi hakkıyle bilendir.“
Bununla beraber Kuran’ın evrenselliği ve kıyamete kadar geçerli olacağı bağlamlarında düşünüldüğünde, resule itaat ayetlerini bu şekilde algılamak İslam dünyasının en kronik sorununu bir çırpıda çözmüş olacak ve Kuran’a, hak ettiği eski güçlü konumunu tekrar kazandıracaktır. Bugün İslam dünyasında egemen konumda olan ve ikincil kaynak olarak hadis ve sünneti benimsediğini söyleyen zihniyet, “resule itaat ediyoruz” paravanı arkasında cansız kitaplara itaat etmiyor mu aslında? Kuran’a “Asla resul olamaz” diyenler, Kuran’dan kat kat daha güvenilmez konumda olan yüzlerce kitaba adeta resul muamelesi yaparak derin bir çelişkiye düşmektedirler.
Bu çelişkilerden azade şekilde, Kuran’ın mesajlarını, ümmete yegane yol gösterici olarak muhafaza edip, üstün kılmanın yolu, hadis-sünnet-esbab-ı nüzul denen güvenilmez rivayet yapısının yerine Kuran’ı oturtmaktır.
Resul-Nebi ayrımı ile ilgili önemli olduğunu düşündüğüm bir nüans noktası da yine konunun itaat boyutuyla alakalı.
Öğretmen örneğinden yola çıkalım yine ve bu öğretmeni üniversitede yani neredeyse yaşıtlarına ders veren bir üniversite öğretmeni olarak düşünelim. Öğrenciler ve öğretmen arasında bir samimiyet olduğunu ama üniversite kuralları gereği okulda sıkı bir disiplin olduğunu da varsayalım. Sınıf içerisindeyken öğretmen ve öğrencileri arasında resmiyet hakimken, okul dışında daha samimi bir hava olması gayet doğaldır. Burada öğretmenimizin öğrenciler açısından 2 şapkası söz konusudur, birinci şapka; derslerine giren ciddi ve disiplinli bir öğretmene ait. İkinci şapka ise; hoş sohbet ve samimi bir arkadaş şapkasıdır. Haylaz öğrenciler iki şapkayı birbirine karıştırıp dersleri kaynatsa da haddini bilen öğrenciler sınıfta farklı, sınıf dışında farklı davranarak, öğretmenlerinin bu şapkalarına saygı göstermektedirler. Dersteyken söylediği her sözü ders olarak algılar ve beyinlerine, defterlerine yazıp daha sonra da bunlara çalışırken, dışarıda sadece güzel bir sohbet veya etkinlik paylaşımı mevcuttur. Örneği biraz detaylandırıp uzun tutmamın sebebi konunun iyice anlaşılmasıdır. Hemen hemen hepimizin hayatında, farklı şapkalarıyla farklı ilişkiler kurduğumuz insanlar olmuştur.
Mesela; savcı bir arkadaşı, kişiyi yaptığını bir hatadan dolayı uyardığında ona “Bu sözleri bana savcı olarak mı yoksa arkadaşım olarak mı söylüyorsun” diyenler de olmuştur. İşte Muhammed nebi de sahabeleri için örneğimizle örtüştürdüğümüzde hem savcı ya da öğretmen, hem de samimi bir arkadaştı, yani, yeri geldi resul, yeri geldi komutan, yeri geldi Devlet Başkanı, yeri geldi alim, yeri geldi arkadaş oldu.
Resule itaat konusuna bu pencereden baktığımızda, iki inceliğe şahit olmaktayız. İlk olarak, Kuran’da "Abd olan Muhammed'e itaat" emreden hiçbir ayet olmadığı gibi, “Allah’a itaat” emreden bütün ayetlerde “Resul” de geçmektedir. Aynı zamanda "Nebi Muhammed" e itaat emri de söz konusudur. Yukarıda "Resule itaat" ayetlerini bolca gördük, bir kaç ayetle de "Nebiye itaat" emreden ayetleri görelim ki bu konuda son dönemde büyük bir yanılgı vardır, nebiye itaat emreden ayet olmadığı söylenmekte ve hadis-sünnet karşıtlığına bu yanlış pencereden bakılmaktadır.
Nebinin tebliğ görevi vardır:
"Allah'ın kendisine farz kıldığı bir şeyde (geleneğe aykırı da olsa) NEBİ üzerine hiçbir güçlük-sıkıntı yoktur. (Bu) daha önce gelip geçenlerde de (değişmeden uygulanan) Allah'ın sünnetidir. Allah'ın emri, takdir edilmiş (mutlaka yerine gelecek) bir kaderdir."
"Ki onlar (O NEBİLER), Allah'ın risaletini (gönderdiklerini) tebliğ edenler, O'ndan (içleri titreyerek) korkanlar ve Allah'dan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter." - Ahzâb(33)-38/39
Nebinin emretme görevi vardır ve itaat beklenir:
"Ey NEBİ. Eşlerine, kızlarına ve mü'minlerin kadınlarına (dışarı çıkacaklarında) cilbablarını üstlerine giymelerini SÖYLE. Bu onların (mü'mine olarak) tanınıp da incitilip-eziyet görmemeleri için en uygun olandır. Allah Gafur'dur (çok bağışlayandır), Rahim'dir (rahmetiyle çok esirgeyendir). " - Ahzâb(33)-59
Sahabeler ve o dönemin diğer Müslümanları gayet iyi biliyordu ki, kendisine gelen ayetleri tebliğ ederken, beyan ederken Muhammed bir elçiydi, elçi şapkası ile hitap ediyordu, onu can kulağı ile dinleyip ayetleri iyice hıfzedip, yazıp daha sonra çalışmak için saklıyorlardı ama Kuran’ın beyanı dışında konuşurken ya arkadaşları, ya komutanları, ya dini konuları danışacakları alimleri ya da Devlet Başkanlarıydı. Her şapkasıyla o şapkaya göre muhatap oluyorlardı aynen bizim de hayatımızda yaptığımız gibi.
Ama ne yazık ki, sonraki dönemlerde hadis kültürünün gelişmesine paralel şekilde, resule, Allah’ın verdiğinden kat kat fazla kutsiyet atfedilmiş, neredeyse Hristiyanların İsa’ya yaptığı şey yapılır olmuştu. Hristiyanlar İsa’ya Allah’ın oğlu demişti, Müslümanlar ise Muhammed’i, Allah’tan başka bir diğer otorite, hüküm koyucu, haram-helal belirleyici, kainatın onun hatırına yaratıldığı, onlarca mucizesi olan, hata yapması imkansız, şefaat edeceği kesin, insan üstü bir varlığa dönüştürdüler. İtaat ayetlerinin adeta bir şirket ortaklığı gibi algılanması da bu tabloya eklenince, Müslümanlar için yıkım başlamış oldu ve tablo her asır daha da kötüleşerek bugünlere gelindi. Müslümanların fetihlerle Dünya coğrafyasında geniş bir alan işgal etmiş olması, her şeyi doğru yaptıkları anlamına gelmiyor maalesef.
-------------------
Hicaz Yarımadası’nda, Endülüs’te onca alim varken, hadis kültürünü yaygınlaştıran ve ilim haline getiren Fars ekolünün kitaptan uzaklaşması, işte bu Abd/Nebi-Resul ayırımının üzerinin örtülüp ikisine birden “Peygamber” denerek sıradanlaştırılmasından kaynaklanmaktadır.
“Peygamber” vefat edince sadece son “Nebi” değil aynı zamanda “Resul” de yani “Getirdiği mesaj=Kitap”ta gömülmüş oluyor ve “Resul”e itaat, yine kitaptan olan hadislere indirgenirken asıl Kitap arkada kalıyordu. Kendi dili veya Arapça dururken Fars ekolünü devam ettiren ve aynı yolda yürüyen Türkler’de yoğun şekilde Hadis-Tasavvuf kültürünün yüzyıllardır bayraktarlığını yapıyor.
Vahiy denince aklına sadece Kuran gelen benim gibi düşünenler değil elbette. Bizzat Resulullah’ın muhatabı olan Mekke ve Medine halkı da, aynı şeyi, yaşayıp şahit olarak görmüş olmalı ki aşağıdaki ayete konu olmuşlar.
“Onlara bir ayet getirmediğin zaman "Sen onu derleyip-toplasaydın ya" derler. De ki "Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an) Rabbinizden gelen basiretlerdir (gözleri açacak delillerdir), iman eden bir kavim için hidayet ve rahmettir." - A'râf(7)-203
“Kur'an okunduğu zaman hemen onu dinleyin ve susun ki (rahmetle) esirgenmiş olursunuz.” - A'râf(7)-204
Ayetlerden açık şekilde anlaşılacağı gibi müşrikler Resulullah’ın kendi konuşmaları dışında “Ayet” dediği sözler olduğunu biliyor ve bir konu hakkında bekledikleri ayet inmeyince “Kendin bir şeyler söyle” diyorlar, Resulullah ise resullüğün gereği olanı söylüyor “Elçisi olduğum Allah bir şey söylemezse ben kendimden bir şey diyemem”. Zaten aynı konuşma içerisinde Kuran’ı işaret ederek “O ayetler ve vahiy Kuran’dadır” demiş oluyor. Sonraki ayette ise aynı işareti Allah veriyor ve “Ayetlerin”/“Vahyin” Kuran olduğunu bu bütünlükle bize gösteriyor.
Ayetleri iyi özümsemek lazım. Onlara bir AYET getirmediği zaman söylenenlere verdiği cevap “VAHYOLUNANA UYARIM” ve hemen sonraki devam cümlesi “KURAN RABBİNİZDEN GELEN BASİRETTİR”
Bu söylemden anlıyoruz ki Resulullah asla ayet yerine geçecek sözler söylememiştir ve vahyedilen şey ayetlerdir, o ayetler de kitaptadır. Aynı ayet içerisinde hem ayet, hem vahiy hem Kuran ifadelerinin geçmesi kendiliğinden bir sınırlama ifade eder ve Kuran’dan başka vahyin olmadığını ispatlar.
Bu iki ayet aynı zamanda Muhammed’in Allah ile bağını gösteren “Resul/Nebi” olarak başka, insanlarla bağını gösteren “Abd” olarak başka konuştuğunu gösterir. Müşriklerin beklediği sözleri yani vahyi aktarırken “Resul/Nebi” sıfatıyla aktarıyordu ki müşrikler bile onu fitneye düşürmek için Allah adına vahiyden başka bir şey söylemeye teşvik ediyorlardı ama bugün bizler Muhammed’in “Abd” sıfatıyla yaptığı konuşmaları ve söylediği sözleri “Vahiy” olarak algılayıp müşrikleri bile solluyoruz.
Muhammed 7/24 bir “İnsan (ABD)” idi ve sadece “Vahiy” / “Ayet” okurken “Allah'ın Resulü” sıfatını kullanıyordu. Nebi olarak ise Müslümanların gözünde saygın biriydi. Müşriklerin anladığı bu ince detayı bugün Müslümanların anlamaz hale gelmiş olması akıl alır gibi değil.
Sünnetullah hep aynı işliyor. Bugün de müşrikler, aradıklarını Kuran’da bulamayınca sırf kafalarına uydurmak için başka sözlere itimat etmiyor mu? O günkü müşriklerin “Ayete gerek yok kendin derle-topla” demesinden ne farkı var? Müşriklerin resule yaptıramadığı derleme-toplama işini, hak yoldan sapmış yapılar, yüzyıllar sonra hadis adı altında gayet başarılı şekilde yapmıştır.
-------------------
“……….Artık Resul size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırsa ondan da sakının ve Allah'dan korkun. Muhakkak ki Allah'ın ikabı (azabla sonuçlandırması) çok şiddetlidir.” - Haşr(59)-7
Bu ayetin önüne ve arkasına bakıp “Hadis-Sünnet” demek için art niyet gerekir ki Allah’ın sözlerini art niyetli olarak yorumlamak ancak Şeytan’ın işidir. Önce ayetler grubuna bakalım;
“Allah'ın onlardan resulüne verdiği feye (savaşsız ganimete) gelince, siz buna karşı (bunu elde etmek için) ne at, ne de deve sürdünüz. Ancak Allah Kendi resullerini dilediklerinin üstüne musallat kılar. Allah herşeye kadirdir (güç yetirendir).” - Haşr(59)-6
“Allah'ın o (fethedilen) şehir halkından Resulüne verdiği fey (savaşsız ganimet) Allah'a, resulüne, (onun) yakınlarına-akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. (Eşit paylaşımla herkese değil, adil paylaşımla bunlara verilecektir ki, mal ve servet) içinizden zenginler arasında dönüp-dolaşan bir şey olmasın. Artık Resul size ne verise onu alın, sizi neden sakındırsa ondan da sakının ve Allah'dan korkun. Muhakkak ki Allah'ın ikabı (azabla sonuçlandırması) çok şiddetlidir.” Haşr(59)-7
“(Ayrıca bu ganimetler) muhacir-hicret eden fakirleredir. Ki onlar Allah'dan bir fazl (lutuf ve ihsan) arayıp Allah'a ve onun Resulüne yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte sadık olanlar bunlardır.” - Haşr(59)-8
“Onlardan önce (Medine'yi) yurt edinmiş ve (gönüllerine) imanı yerleştirmiş olanlar, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı da içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) kendi nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar felah (kurtuluş) bulanlardır.” - Haşr(59)-9
Ayetlerin tamamını okuduğumuzda görüyoruz ki emir bir olguya has verilmiş ve ganimet paylaşımından dolayı fitne çıkmaması için Müslümanlar sıkı sıkıya tembih edilmiş.
7. Surede geçen “Resul size ne verirse onu alın, neden sakındırırsa sakının” emri için biraz uzun ama açık bir örnek verelim ki emir daha net anlaşılsın:
Bir şirketin sahibi önceki gün yapılan yüklü ve sürpriz bir satıştan dolayı ikramiye dağıtmak istiyor ve dağıtımı muhasebe müdürüne bırakıyor . Sabah toplantısında tüm personelin önünde, muhasebecinin kime ne kadar vermesi gerektiğini, neden o kadar verdiğini, bazı personele hangi nedenden dolayı hiç vermemesi gerektiğini vs. her şeyi detayıyla anlatıyor. Toplantı bitiminde de personele “Müdürünüz ne verirse onu alın, paylarınızdan dolayı itiraz etmeyin, lafını dinleyin yoksa kızarım” diyor. Bu durumda muhasebeci ısrarlara dayanamayıp patronun talimatının dışına çıkabilir mi? Patron şirketten ayrıldığında, müdür, aldığı talimatlar doğrultusunda kime ne verecekse verir, vermeyeceğine de “Duymadın mı kardeşim, patron şu şu sebepten O’na verme dedi” gibi rutin konuşmalar ve açıklamalar yapar. Aynı görevde ve aynı kıdemde olan Murat’a 200 Lira, Adem’e 150 Lira verirken, Adem itiraz ederse, Adem’e “Patron söyledi ya, satışı Murat yapmış, o yüzden ona fazla ödül verdi” der vs.vs. Örneği daha da irdeleyip derinleştirmek mümkün ama bu kadarıyla yetinelim ki örneğimizde de görüldüğü üzere ikramiyenin dağıtımında muhasebeciye bir alan bırakmadan bütün paylaşımı nedenleriyle birlikte yapmış patron.
· Muhasebe müdürüne düşen, paylaşımı yapmak ve personele, anlamadıklarını kendi lisanıyla anlatmaktan başka ne olabilir?
· Bunun üzerine muhasebeci bir personele para yerine mesela A4 kağıdı verse patrondan fırça yer mi yemez mi?
· Yine örneğimizden yola çıkarsak muhasebeci dağıtımı yaptıktan sonra personel kendi aralarında birbirlerinden borç alır, verir veya hakkından feragat edip diğer arkadaşlarına bırakırsa, buna patron bir şey diyebilir mi?
· Tekrar ayetlerimize dönersek, Allah ganimeti nasip etmiş, paylaşımını sebepleriyle birlikte yapmış ve dağıtımı için elçisini görevlendirmiş, bakın konu hep ganimet üzerinden gidiyor ve mecburi alanlar olduğu gibi keyfiyete terkedilmiş alanlar da mevcut. Herkes payını alır ama kendi aralarında biri feragat eder vs. bir emir yok. Ama birileri kalkıp bunu genelleştirip her konuya haiz hale getirirse bunda iyi niyet aramak mümkün olur mu?
· Müdür, ikramiye haricinde, bankada yatan mal alım parasını personele dağıtır mı talimat sırf ikramiye kadarının dağıtılması olduğu halde?
· Veya patron toplantıda ikramiyeden bahsettiği halde müdür durumdan vazife çıkarıp “Nasıl olsa ne verirse alın, itiraz etmeyin dedi, ben şu işe giriş-çıkış saatlerini de değiştireyim” dese kendini kapının önünde bulur mu bulmaz mı?
· Personelin biri müdüre gidip “Müdürüm bak patron ne verirse alın, itiraz etmeyin dedi, hadi bugün işyerinde alem yapalım, masrafları da şirketten öde, nasıl olsa sana yetki verdi” dese müdürün cevabı ne olmalı?
İşte bütün bu sorulara mantıklı cevaplar veren aklı ve vicdanı sağlıklı bir Müslüman, bu ayetlerden hadis-sünnet çıkarımında bulunmamalı. Birkaç soru daha soralım:
§ Ganimetler dağıtıldıktan sonra sahabelerden biri gelip “Ya Muhammed bu 3 tane deveyi ne yapayım şimdi, satsam mı yoksa beslesem mi?” dese, Muhammed ona cevaben “Haram şeylerde kullanmadığın sürece ne yaparsan yap ama bence besle, birkaç ay sonra kurban zamanı, o zaman satarsan daha çok para kazanırsın” dese bu cevap bizim için vahiy mi olur, vahiyden mi olur, hadis mi olur, sünnet mi olur?
§ Soruyu soran sahabe Muhammed’in dediklerinden hiç birini yapmadı ve develerin üçünü de kesip bir kısmını kendine ayırıp bir kısmını da hayrı için dağıttı diyelim. Resule itaatsizlik mi etmiş oldu? İtaat mi etmiş oldu?
§ Sahabenin bu cevaba uyup uymaması iman meselesi midir?
Bir konu özelinde gelen emri genele şamil kılmak, eğer ifade "Ey inananlar" gibi genel bir hitap içermiyorsa sakıncalı olabilir, ayetlerin bağlamına bakmadan, sırf delil bulayım diye "geneldir" demek yanıltıcı olabilir. Kaldı ki "Emir geneldir" desek bile yukarıda detaylarıyla izah ettiğim gibi, elçinin verdiği de, sakındırdığı da Kuran'dadır.
-------------------
“Ümmiler içinde kendilerinden olan ve onlara (Allah'ın) ayetlerini okuyan, onları arındırıp-temizleyen ve onlara Kitab ve hikmeti öğreten bir Resul gönderen O'dur. Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” - Cum'a(62)-2
Allah, elçisine ayrıca, Kuran’ı okuma ve öğretme görevi vermiştir. Resulü de bu emre itaat ederek insanlara Kuran‘ı okumuş, onu yaşamış, öğretmiş ve beyan etmiştir.
Yeri gelmişken “Beyan” derken ne anladığımızı izah etmek konuyu biraz daha net hale getirecektir. Kuran’da “BEYAN” ve “BEYYİNE” kelimeleri her şeyden önce, olmayan veya gizli / kapalı bulunan bir şeyi açıklamak, tefsir etmek anlamında değil; mevcudu, yani var olanı duyurmak, olanı açıklamak / ulaştırmak / aktarmak / gizlememek anlamlarında kullanılmaktadır. Dilimize de geçmiş olan “Beyan” kelimesine “Tefsir etme” anlamında açıklama anlamı vermek yanıltıcıdır. Konuyu “Ayan beyan” yani “Besbelli-apaçık” bir ayetle noktalayalım: Ayette gizlememenin (tektumune) karşıtı olarak, beyan etme (tubeyyine) kullanılmıştır.
"(Allah bir zamanlar) kendilerine Kitab verilenlerden "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz" diye kesin söz almıştı. Fakat onlar bunu arkalarına attılar ve ona karşılık az bir değeri satın aldılar. O aldıkları şey ne kötüdür." - Âl-i İmrân(3)-187
ve iz ehaze allâhu : ve Allah ... almıştı
mîsâka : misâk, kesin söz, yemin
ellezîne : onlar
ûtû el kitâbe : kitap verildiler
le tubeyyinunne-hu : onu mutlaka beyan edeceksiniz
li en nâsi : insanlara
ve lâ tektumûne-hu : ve onu gizlemeyeceksiniz
fe nebezû-hu : fakat onu attılar
verâe zuhûrihim : sırtlarının arkasına
ve eşterav bi-hî : ve onu sattılar
semenen kalîlen : az bir değere
fe bi'se : oysa ne kötü
mâ yeşterûne : yaptıkları alışveriş
Bugün her önüne gelenin bir ayet alıp arkasından o ayetten ne anladığını anlatmaya çalışmak için sayfalarca yazması veya konuşması normal karşılanırken Allah’ın Resulü’nün bunları yapmış olması yadırganacak bir şey olamaz. Bu gerçeklikten yola çıkarak Resulullah’ın açıklamaları, öğretmesi ve emirleri yaşaması bugün bizlerin de çok ihtiyacı olan en doğru rehberdir. Keşke O’nun döneminde yaşamış olsaydık ve Kuran’ı en güzel şekilde ondan dinleyip anlasaydık ama fıtrat yasaları bunu imkansız kılıyor maalesef.
Aynı fıtrat yasaları, eğer bir kişi ölmüşse o kişi bedenen artık yoktur der. Eğer o kişi topluma önder olmuş, örnek olmuş biri ise bu önderliğin ve örnekliğin, aynı toplumun sonraki nesillerine en azından tarih bilgisi olarak aktarılması gerekir. Bu aktarma üç yolla olabilir. Birincisi sözlü, ikincisi yazılı, üçüncüsü görüntülü.
Sözlü aktarma yolu bu yolların en sıkıntılı olanıdır çünkü yine insan fıtratı gereği kısmen unutup eksik iletme, kasten bir şeyler ekleyip çıkararak iletme, tamamen unutma, kasten unutma gibi birçok arızlar barındırır. Ayrıca nesilden nesile geçerken başına her türlü kaza gelebilir kulaktan kulağa oynarken başımıza gelenler gibi. Dolayısıyla kesinlik ve mutlak doğruluk aranamaz. O yüzdendir ki Kuran-ı Kerim nazil olurken, Resul tarafından okunduktan sonra hem ezberlenmiş hem yazılmıştır ki bu Allah’ın vahyini koruma yöntemidir aynı zamanda. Sözlü aktarma bu sebeplerden dolayı sağlıklı olmayıp yüzyıllar sonrasına kadar ulaşması mucizelere kalmış bir iletim aracıdır.
Yazılı aktarma yolu, sözlü aktarıma göre biraz daha sağlıklı olmasına rağmen, eğer yazılan orijinal metinler yoksa, sözlü aktarımın başına gelenlerin yazılının da başına gelmesi kaçınılmazdır. Yazılan orijinal nüsha kaybolmuşsa, yazılan o eserin daha sonra tekrar yazıya dökülmesi ancak metin üzerinde çalışanların anladıkları, akıllarında kalanlar veya onların yorumları olacaktır. Ve tabii ki yeniden, yazılana eklemeler-çıkarmalar yapmak mümkündür. Bu gerçekleri göz önünde bulundurduğumuzda, orijinali olmayan bir metnin bugün elimizde kitap olarak bulunması da yeterince sağlıklı olmayıp yüzyıllar sonrası için kesin bilgi niteliği taşımamaktadır.
Görüntülü ve sesli aktarma, bu üç aktarma yolu arasından en sağlıklı olanıdır, aradan yüzyıllar da geçse bir şeylerin eklenmesi, çıkarılması veya saptırılması imkansızdır ama ne yazık ki 1.400 yıl öncesinde bu teknoloji henüz icat edilmemişti.
Fıtrat yasalarına ve gerçeklere dayalı bu açıklamalardan sonra Hadis-Sünnet konusunu biraz detaylandıralım.
Öncelikle isimlendirme konusunun biraz sıkıntılı olduğunu belirtmek isterim. Zira İslam’a dair kavramlarımızı Kuran ile yerli yerine oturtup, zihniyetimizi ona göre oluşturmamız bizi İslami kimliğe evirir, yani İslami bir şahsiyetin oluşumu önce kelimelere yüklediğimiz anlamlarla başlar. Tanrı kelimesinin yerine Allah’ı koyduğumuzda imanın ilk adımını atarız mesela. O yüzden nitelemeler ve kelimeler önemlidir.
Kuran’da hadis ve sünnet kavramları elbette bulunmaktadır, tek tek ayetleri incelemek isteyen inceleyebilir. Ben burada sadece içinde hadis ve sünnet geçen hiçbir ayetin resullere yüklenmediğini tespit ettiğimi söyleyebilirim.
Allah’ın sünneti (Sünnetullah): 8/38 –17/77 –33/38 – 33/62 – 35/43 – 40/85 ve 48/23
Geçmiş ümmetlerin sünneti: 3/137 – 4/26 – 15/13 – 18/55
Allah’ın sözü: 4/87 – 7/185 –18/6 – 45/6 – 52/34 – 53/59 – 56/81 – 68/44 – 77/50
En güzel hadis - Ahsene el hadis: 39/23
Kuran uydurulan bir hadis değildir: 12/111
Boş ve lüzumsuz hadisler: 31/6
Haber anlamında hadisler: 20/9 – 79/15 – 85/17
Ayetleri incelediğinizde sizler de görebilirsiniz.
Dolayısıyla Allah’ın kullandığı ve bir anlam yüklediği kavramların içeriğinin boşaltılıp başka anlamlar yüklendiğini gördüğümüzde bir şeylerin üzerinin örtülmeye çalışıldığını anlamamız gerekir. Sünnetullah kavramı öyle önemli bir kavram ki; bugün yaptığımız ibadetlerin büyük kısmı bile Sünnetullah gereği bize kadar gelmektedir ama konuyu uzatmamak için bu konuya şimdilik girmiyorum.
Tekrar paragraf başına dönersek isimleri her ne kadar uydurma olsa da biz bunlara (hadis ve sünnete) resulün örnekliği ve anlatımları diyerek devam edelim. Bu bölümün başında da bahsettiğim gibi tabiidir ki; Allah’ın resulünün sözleri, yaşamı ve ruh dünyası bile bizim için önemlidir. Bu konuda sorun bu saydıklarımın önemi ya da önemsizliği değildir. Sorun sözlerinin, yaşamına ait detayların ve ruh dünyasının bize ulaşma şeklindedir.
Hadisler ve sünnetin yukarıda maddeler halinde saydığım iletim yollarından sözel ve yazılı olanlarıyla bize ulaştığı söylenir. Kaynaklara göre ulaşım şeması şu şekildedir.

Bu şemaya baktığımızda, sözel veya görsel olarak elçiden alınan söz ve uygulamaların, ezber yoluyla sonraki nesile iletilmesi anlaşılabilir bir durumdur ve bozulma beklentisi olsa da şahitler çok olduğundan bir yere kadar güvenilirdir, ama eşyanın doğası gereği, ezber zincirleri zamanla ölüm, yaşlılık, fikir değiştirme, imanın zayıflaması gibi bir çok nedenle eksilir ve artık 2. – 3. – 4. kulaklar ile yazılı metinler devreye girer. Yazılı metinlerin güvenilir olması demek o metinlerin orijinalinin günümüze kadar yaşaması demektir. Mesela Buhari Hicri 200’lü yani Miladi 800’lü yıllarda yaşamış bir isim, kendisinin olduğu iddia edilen Sahih-i Buhari isimli kitabın orijinali veya orijinalinden herhangi bir parça elimizde bulunmamaktadır. Kendisinin yaşarken yazdığı ama zamanla kaybolduğu, kaybından sonra talebe zincirinin parça parça yazıp yeniden oluşturduğu söylenir. Ne yazık ki yeniden oluşturulduğu söylenen nüshalar da elimizde bulunmamaktadır. Sahih-i Buhari isimli kitabın kendisinin değil ama kitaptan rivayet edilen en erken tarihli yazılı nüshası Yunini’ye ait, Hicri 701-Miladi 1301 tarihlidir ve oldukça eksiktir. Buhari’den sonra kitabındaki hadisler, yine rivayet yoluyla sonraki birkaç nesle aktarılmıştır, en makbul olanı Firebri isimli talebesidir.(Ö. 320/932) O, Buhari’nin kitabından aklında kalanları veya yazdıklarını Hamevi’ye (Ö. 381/991), O, Davudi’ye (Ö. 467/1074), O, Ebu’l-Vakt’e ( Ö. 553/1158) O, İbnü’l-Leti’ye (Ö. 635/1237) O da Yunini’ye nakletmiştir.
Görüleceği üzere rivayet sadece sahabe, tabiin, tebeu’t tabiin ve bir sonraki nesil ile sınırlı kalmayıp, hadisler yazılı hale geldikten sonra kitap kaybolmuş, o kitaptan tekrar rivayet edilmeye başlanmıştır, yani rivayetin rivayetinin rivayeti gibi bir zincir diyebiliriz. Eldeki rivayetlerinin birçoğu, çeşitli nüshalardan ve rivayetlerden sağlam bir metin tesis etme zaruretini duyan Ali b. Muhammed el-Yunini’nin (Ö. 701/1301) meydana getirdiği nüshaya dayanmaktadır. Kastallani, İrşadü’s-sari adlı Buhari şerhinde bu nüshayı esas almıştır.
Velhasıl kelam, bugün Allah Resulüne ait denen söz ve davranışların neredeyse tamamı 1.400 yıl içerisinde kulaktan kulağa, kulaktan metne, metinden yine kulağa, kulaktan tekrar metne şeklinde aşamalardan geçmiş ve 1.853 yılındaki Hindistan baskısından sonra II. Abdülhamid’in emriyle Türkiye’de basılmıştır. Bu baskı Ezher ulemâsından oluşan on altı kişilik bir heyet tarafından, Bulak Emiriyye Matbaası’nda yapılmıştır. “Eserin basımının ilmi sorumluluğunu üstlenen Ezher ulemasının, Yunini’nin hangi yazma nüshalarını esas alarak eseri yayımladıklarına dair herhangi bir beyanda bulunmamış olmaları, böylesi bir neşirde olmaması gereken birtakım muğlaklıkları beraberinde getirmiştir. Ezherliler’in hangi yazmadan ne oranda istifade ettikleri ve eserin yayınında nasıl bir emek sarfettikleri meselesi bir yana, konunun asıl sorgulanan ve merak uyandıran yönü, Sultan Abdülhamid tarafından İstanbul’dan Mısır’a gönderilen yazma nüshanın Yunini’nin asıl nüshası olup olmadığı ve bu mühim nüshanın basıldıktan sonraki akıbetidir. Bulak baskısında metnin haşiyesinde Yunini’nin rumuzlarla ifade ettiği nüsha farklarına dair açıklamaların yanında eser boyunca her iki-üç sayfada bir sıklıkla görülebilen “Yunini’nin asıl nüshasında burası şöyledir, fer‘in nüshasında şöyledir” tarzındaki açıklamaların mevcudiyeti dikkate alındığında, basım esnasında hem asıl nüshanın hem de bu asıldan istinsah edilmiş kopya nüshaların dikkate alındığı ve bu karşılaştırmaların Ezherli alimler tarafından yapıldığı izlenimi edinilmektedir. Nitekim konuyla ilgili genel kanaat, İstanbul’dan gönderilen ve baskıya esas kabul edilen nüshanın Yunini’nin asıl nüshası olduğu yönündedir. Eserin girişinde heyet adına açıklamada bulunan Ezher şeyhi Hasûne en-Nevâvî’nin (ö. 1924), kendilerine “Yunini nüshasının gönderildiğini” ifade etmesi de bu yöndeki kanaati pekiştirmiştir.” (Yazma Eser Uzmanları Arafat Aydın ve Ali Albayrak – İslami Araştırmalar Dergisi)
Hindistanlı Ahmed Ali es-Sehârenpûrî (ö. 1297/1880), İslâm dünyasında Buhârî’nin el-Câmiu’s-sahîh’inin basımını yapan (1270/1853) ilk kişidir. Seharenpuri bu baskıda elindeki Yunini nüshasını temel almıştır. Bu nüsha Seharenpuri’nin hocası Muhammed İshak’ın rivayetidir.
“Hadis ilimlerini belirleyen Hâkim en-Nîsâbûrî elli iki, bunları geliştiren İbnü’s-Salâh altmış beş ilimden bahseder. Her ikisi de hadis ilimlerini “nev‘” şeklinde ifade etmiştir. Nitekim İbnü’s-Salâh’ın eserinin adı Maʿrifetü envâʿi ʿilmi’l-hadîs̱’tir. Çoğu hadislerin senedlerine ilişkin olan bu nev‘lerin sayısı Hâzimî’ye göre yüz, İbnü’l-Mülakkın’a göre iki yüz, Süyûtî’ye göre ise doksan üçtür” (Celâleddîn es-Süyûtî - Tedrîbü’r-râvî, s. 5, 53).
Hikayesini kısaca anlattığım bu zincirin ne kadar sağlıklı ve güvenilir olabileceğini, onca sema (Ezberden Okuma) meclisi dahil bütün titizliklere rağmen tarih içerisinde orijinal nüsha kalmadığını, ezber zincirinin yüzyıllarca önce kopmuş olmasını da göz önünde bulundurarak sizler takdir edin. Diğer hadis eserlerinin durumu, verdiğim Sahih-i Buhari örneğinden daha iyi durumda değil.
Gelelim bunca illetine rağmen hadis ve sünnetin hala bir değerinin olup olmadığına.
Tabi ki her ne kadar uydurma, unutma, iyi niyetli ekleme vs. gibi arızlar barındırsa da bir sözün veya eylemin Allah’ın elçisinden geliyor olma ihtimalinin bir değeri vardır. Bu değer hüküm koyma noktasında zanni bir kaynak olmasından dolayı bir şey ifade etmese de, bazı hükümlerin anlaşılmasında alternatif yaklaşım, örnek alınacak davranışları barındırması, tarihi bazı olaylara ışık tutması gibi nedenlerle yabana atılmaması gereken bir kaynaktır. Bu anlamda eğer bir hadis aşağıdaki konuları içeriyorsa o hadisler başka hiçbir kriter aranmaksızın reddedilmelidir.
a- Gerek itikadi gerek ameli noktada Kuran’da geçmeyen yeni bir hüküm getiriyorsa:
Hüküm koyma yetkisinin yalnız Allah’ta olduğunu bildiren apaçık ayetler ortada iken (En’am(6)-57 / En’am(6)-62 / Yusuf(12)-40 / Kasas(70)-28. / Kasas(70)-88 / Şura(47)-10) , herhangi başka bir kaynağa dayanarak amel-hüküm irad etmek açık bir şirktir.
“İtikat tamam da ameller eylemdir, hüküm değildir” diyenlere cevaben derim ki; amelin içselleştirilmesini ve eylem olma noktasında benimsenmesini sağlayan güç, o ameli emreden kaynaktır. Yani “İman edin” emrini veren de “Namaz kılın” emrini veren de aynı güçtür. Emirlerinin arasında ayrım yapmak, farzların arasında önem sırası belirlemek kulların haddine değildir. İtikata değer verip “İtikat sadece Kuran’la olur ve tektir ama ameller hadis-sünnet-mezheplere göre farklı olur” diyenler, amellerin de birer emir olduğunu gözden kaçırmaktadırlar. Bu anlayışı, altını çizerek tekrarlama gereği duyuyorum çünkü hayati bir nokta;
“Amellerin eylem boyutu ile farziyet haline gelme boyutu ayrı değerlendirilmelidir. Aynen imanın rükunları gibi amellerin farziyet haline gelmesi de Allah’ın koyduğu hükümlerledir ve iman ögeleri gibidir, değiştirilemez. Amelin eyleme inmesi bazında bazı farklılıklar olsa, da bu farklılıkların ruhsatlarını belirleyen yine Allah’tır.”
İtikat-amel ilişkisi İslam tarihinin her döneminde, (kelamcı ve mezhepçi taraflarca) tartışılan bir konu olsa da biz aşağıdaki ayetleri dikkate alıp,
“İman + Salih Amel = Allah’ın Rızası”
formülünü benimseyip, iman ile amelin arasını açmayalım ki takva bunu gerektirir.
“Ancak iman edip salih amel işleyenlere sonsuz ecir vardır.” - İnşikak(84)-25
“Allah iman edip salih amel işleyenlere mağfiret ve büyük ecir vaad etti.”Feth(48)-29
“İman edip salih amel işleyenleri, Rableri kendi rahmetine dâhil eder.” Câsiye(45)-30
“Kim bir kötülük işlerse, kendi mislinden başkasıyla ceza görmez. Erkek olsun veya dişi olsun kim de mü'min olarak salih amelde bulunursa, işte onlar içinde hesapsız rızıklandırılmak üzere cennete girerler.” - Mü’min(40)-40
“İman edip salih amel işleyenler için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” - Fâtır(35)-7
(İman-amel ilişkisi hakkındaki tartışmalar ve ortaya konan delilleri incelemek, hem de tevhidi bir bakış açısı yakalamak isteyenler Hüseyin Kazım Kadri’nin “Yirminci Asırda İslamiyet-1913” kitabını okumalarını öneririm. Kitaba ulaşamayanlar buradan detaylı bir özetini okuyabilir.)
Recm örneğinde olduğu gibi, Kuran’da kesin ve net ifadelerle yeri olan bir cezanın yerine sırf hadislere dayanarak yeni bir ceza şekli koymak, üstelik bunu “Hadis ve Sünnet ayeti neshedebilir” mantığı ile yapmak eğer şirk değilse nedir?
b- Gerek itikadi, gerek ameli noktada Kuran’da geçen açık bir hükme ekleme/çıkarma yapıyorsa:
Yukarıdaki maddede anlattığım nedenlerle (Ameli olsun-itikadi olsun) yeni hüküm koyma neyse, koyulan hükümlerde değişiklik yapma da aynı durumdadır. İtikat ve ameli noktada değişiklik, ekleme-çıkarma, kolaylık sağlama gibi tüm haklar yaratanın yani bu hükümleri koyan varlığındır. Bu hakka tecavüz etmek şirktir.
Mesela; rabbimiz Kuran’da abdestin nasıl alınacağını açık-seçik ve tevilsiz bir şekilde açıklamışken, abdeste eklemeler-çıkarmalar yapmak kimin haddinedir? İtikat ögelerine ekleme-çıkarma yapmaktan farkı nedir? Eğer resulün hüküm koyma yetkisi yoksa abdeste eklenen diğer yıkamalar kimin emridir?
Her amel bir emre tekabül ediyorsa ve emirleri veren (Hükümleri koyan) sadece Allah ise, amelleri itikattan ayrı düşünmek şeytanın hilelerinden biridir. Öyle olmasa dinimizde en ufak bir farzı inkar etmek bile küfür sayılmazdı. İnkar edilmesi küfür olan bir amel, ikikattan nasıl ayrılır bu zihniyetteki arkadaşlara sormak isterim.. Ameli terketmek ile ameli inkar veya amele ekleme-çıkarma yapmayı karıştıran ulema, sadece ameli inkarın/reddetmenin itikatla alakası var sanıp, ekleme-çıkarma yapmayı, bırakın caiz görüp-görmemeyi, adeta teşvik etmiştir. Mezheplerin oluşmasının temeli de bu yanılgıdır. Parmağı kanadığında bir keresinde abdesti bozan, bir keresinde bozmayan, çelişkili bir elçi imajı oluşturmak dindarlık ise, dini ifsat etmeye çalışan şeytan en büyük dindardır.
c- Yahudilik, Hristiyanlık, Budizm, Hinduizm, Şamanizm, Yunan Mitolojisi dahil diğer inançlarda bulunan inanç öğeleri veya rivayetleri içeriyorsa:
Eski dinlerini terk edip Müslüman olan bir takım kişiler, eski inançlarından tam olarak kopamamak, eski inancından kalan vazgeçemediği bazı ögeleri masum sanıp mevcut inancına yamamak, art niyetle yani dini bozmak amacıyla kasten katmak, inancına zarar vermeyeceği düşüncesine kapılmak gibi nedenlerle ya bu rivayetleri bizzat sokan ya da bu rivayetleri benimseyen gruptan olmuştur. Hristiyanken mesih bekleyen bir kesim, İslam olunca da beklemeye devam etmiş, devam etmesini sağlayan rivayet veya akıl yürütmelere inanmış, Şia ise bu inancını imam olarak değiştirerek sürdürmüştür. Evrensel bir inanç sisteminin bu tür sızmalara karşı korunması, bireylerinin uyanık ve kültürlü olmasıyla mümkündür ama Hicaz Yarımadasının dışına çıkılıp, mesela Hinduizm/Budizm kültürüyle tanışan veya o kültürden dönerek İslam olan gruplar sufi geleneği dine sokunca, vücuda giren her virüsün oluşturduğu yan etkiler gibi bu virüslerin yan etkileri de cehalet olmuştur. Cehaletin söz konusu olduğu bir toplumun, inançlarının da bozulması gayet doğaldır. Bu cehalet, yukarıda sayılan sebepler nedeniyle tanıştığı ve alışık olmadığı düşüncelere kendini yakın hissettiğinde, şeytanın uydurulan rivayetlerden bir yol açması ve kişini